13 Mart 2010 Cumartesi

YARATILIŞIN KANITLARINDAN BİRİ OLAN EN BÜYÜK PATLAMA:BİGBANG

YARATILIŞIN KANITLARINDAN BİRİ OLAN EN BÜYÜK PATLAMA:BİGBANG



Yaratılışın Kanıtlarından Biri Olan En Büyük Patlama: Big Bang Dünya üzerinde yaşamın var olması için gerekli olan unsurların dengesinin bozulması oldukça zordur. Aniden karbonmonoksit solumaya başlamaz, yerçekimi kuvvetinin azalması ile oturduğunuz koltuktan havalanıp uzay boşluğuna doğru hareket etmezsiniz. Güneş'ten gelen ışık aniden gözlerinize ve derinize zarar vermez, veya aşırı oksijen ciğerlerinizi yakacak bir seviyeye hiçbir zaman ulaşmaz.

Bunu sağlayan sebepler elbette çok fazladır. İlginç olan, tüm bu sebeplerin evrenin tüm maddesini içinde barındıran sıfır hacme sahip tek bir noktanın patlaması ile ortaya çıkmış olduğu gerçeğidir. Bu patlama Big Bang'dir ve şu an uzayda bulunan tüm dengeler bu patlama ile yerlerini bulmuştur.

Evrendeki hassas oranı sabit tutabilmek için bir araya gelmiş pek çok sebep vardır. Örneğin Big Bang'in ardından gerçekleşen genişleme hızı eğer milyar kere milyarda bir oranda (1/1018) bile farklı olsaydı, evren ortaya çıkamazdı. Eğer evren biraz bile daha yavaş genişlese çekim gücü nedeniyle içine çökecek, biraz daha hızlı genişlese kozmik materyal tamamen dağılıp gidecekti. Eğer patlama hızının belirli bir düzene eriştiği zamanda, bu hız üzerinde bahsettiğimiz 1/1018'lik fark oluşsaydı, bu oran söz konusu dengeyi yok etmeye yetecekti.

Saydığımız bu ufak farklılıklardan sadece bir tanesi gerçekleşse, tüm evren tümüyle yok olacaktı. Etrafınıza şöyle bir bakın. Her şey olağanüstü bir sabitlik, sakinlik ve mükemmellik içindedir. Çünkü yeryüzünde var olan hiçbir şey tesadüfi değildir. Hiçbir şey kontrolsüz ve bilinçsiz gelişmemektedir. Her şey, kusursuz ve mükemmel bir orana ve olağanüstü hassaslıktaki dengelere bağımlıdır. Çünkü bütün bunların sahibi, tek bir patlamayı sebep kılarak kusursuz bir sanat ve mucize yaratan, büyüklük ve kerem sahibi olan Yüce Allah'tır.

"O, biri diğeriyle 'tam bir uyum' (mutabakat) içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahman (olan Allah)ın yaratmasında hiçbir 'çelişki ve uygunsuzluk' (tefavüt) göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun? Sonra gözünü iki kere daha çevirip-gezdir; o göz (uyumsuzluk bulmaktan) umudunu kesmiş bir halde bitkin olarak sana dönecektir. " (Mülk Suresi, 3-4). .

KEMİKLERİN YAPISI EVRİMİ YALANLIYOR:

KEMİKLERİN YAPISI EVRİMİ YALANLIYOR:


Kemiklerin içinde sinir sisteminin çalışmasını sağlayan ve vücudun en önemli minerallerinden biri olan kalsiyum ve fosfor depo edilir. Kalsiyum vücutta sinir uyarılarının taşınmasını temin eden oldukça önemli bir mineraldir. Bedenin gereksinim duyduğu kalsiyumun %99'u, kemiklerden sağlanır. Nitekim kalsiyum ve fosforun yanısıra, hücrelere oksijen sağlayan alyuvarların yapımı da kemiklerde gerçekleştirilmektedir.

Tüm bunların yanısıra, insan vücudundaki bazı kemiklerin kendilerine özgü dizaynı ve "esnekliği" vardır. Örneğin, göğüs kafesini meydana getiren kemiklerin esnek bir özelliğe sahip olmaları nedeniyle insan rahat nefes alıp verebilmektedir. Aksi takdirde nefes alınışı esnasında akciğerlerin kemiklere baskı yapması sonucu insan yaşamı sona erecektir.

Görüldüğü gibi insan vücudundaki yapılarda son derece mucizevi, iç içe geçmiş sistemler vardır. Bir başka deyişle, insan vücudunu meydana getiren tüm yapılar, sahip oldukları sistemlerin tek bir tanesinin olmaması halinde işlevlerini sürdürememektedirler. Vücudumuzdaki tek bir özellik dahi, insanın art arda gelen kör tesadüfler sonucu evrimleşerek oluşmadığını, aksine son derece "planlı ve hikmetli" bir yaratılışın sonucunda bu özellikleri kazandığını bizlere göstermektedir. Çünkü tesadüfler, mükemmelliği değil karmaşayı meydana getirir.

Tüm bedenimiz, Allah'ın yaratışındaki üstünlüğü ve sanatı gösteren mucizevi sistemlerle donatılmıştır. Nitekim Allah bu üstünlüğü, Mü'minun Suresi'nde şöyle belirtir:

"Sonra o su damlasını bir alak (embriyo) olarak yarattık; ardından o alak'ı (hücre topluluğu) bir çiğnem et parçası olarak yarattık; daha sonra o çiğnem et parçasını kemik olarak yarattık; böylece kemiklere de et giydirdik; sonra bir başka yaratışla onu inşa ettik. Yaratıcıların en güzeli olan Allah, ne Yücedir." (Mü'minun Suresi, 14)


İNSANLA ŞEMPANZE ARASINDAKİ GENETİK BENZERLİK PROPAGANDASI NEDEN GEÇERSİZDİR:

İNSANLA ŞEMPANZE ARASINDAKİ GENETİK BENZERLİK PROPAGANDASI NEDEN GEÇERSİZDİR:


Darwinizm'e destek veren medya kuruluşları, evrim teorisi için yürüttükleri reklam kampanyasında insan ve şempanze arasındaki genetik benzerliği gözboyayıcı bir propaganda malzemesi olarak kullanırlar. Ne zaman bilim adamları iki canlı arasında bir genetik benzerlik çalışması gerçekleştirse, bu çalışmanın sonuçları, evrim delili gibi yorumlanarak derhal manşetlere taşınır. Ve insanın şempanzeyle ortak bir atadan geldiğinin keşfedildiği, insanın aslında biraz farklı bir maymun türü olduğu, insan ve şempanzenin neredeyse aynı olduğu şeklinde evrimci masallar anlatılır.

Birbirlerine sarılmış insan ve şempanze fotoğraflarıyla yakınlık motifi ön plana çıkarılır. Oysa tüm bunlar, bilim dışı bir aldatmacadan ibarettir. Çünkü genetik karşılaştırmalarda elde edilecek sonuçlar, araştırmacının konuya yaklaşımına göre istediği şekilde yönlendirebildiği sonuçlardır. Bu yüzden insanla şempanze arasındaki genetik karşılaştırmaların sonuçları, evrim teorisi için asla bilimsel bir kanıt oluşturmamaktadır. Aşağıda görülebileceği gibi, insanla şempanze arasında yüksek oranda evrimsel bir genetik benzerlik olduğu iddiası, bir "bilgi" değil daha çok bir "yorum" meselesiyle ilgilidir.

Bu konuda akılda tutulması gereken önemli noktalar şunlardır:

1. Henüz ortada tamamlanmış bir şempanze genomu projesi dahi yoktur. Ve karşılaştırılan kısımlar genomların tamamına oranla çok küçük miktarlardadır. Bu kısmi parçalardan elde edilen sonuçlar, sözkonusu genomların tamamına genelleme yapılmaktadır. 'İnsanla şempanze genetik olarak %99.4 benzer' gibi ifadeler de böyle birer genellemeden ibarettir.

Örneğin, %99.4 benzerlik oranının elde edildiği böyle bir genetik karşılaştırma çalışmasında şempanze DNA'sından alınıp incelenen gen sayısı sadece 97 ile sınırlıdır. Bu ise, insan genomunda bulunduğu bilinen en az 30.000 genin yalnızca %0.3'üne karşılık gelmektedir (binde üç). (Derek E. Wildman, Monica Uddin, Guozhen Liu, Lawrence I. Grossman, and Morris Goodman Implications of natural selection in shaping 99.4% nonsynonymous DNA identity between humans and chimpanzees: Enlarging genus Homo PNAS published May 23, 2003, 10.1073/pnas.1232172100)

Birçok insan, genetik karşılaştırmalarda elde edilen bu gibi yüksek benzerlik oranlarının, bir genellemeyi yansıttığından habersizdir ve bu durum, sonuçların birebir karşılaştırmaya dayandığı gibi yanlış bir izlenime kapılmalarına yol açar. Bu aslında önemli bir yanılgıdır.

Bu durum, sadece üç paragrafı okunan kalınca bir kitabı, sırf bu paragraflar başka bir kitapta da bulunduğu için diğeriyle % 99.4 aynı zannetmek gibidir.

İnsanla şempanze genomlarının birbirine ne derece benzediği hakkında bilimsel olarak güvenilir kabul edilebilecek sonuç, ancak şempanze genomundaki gen dizilimlerinin tamamen deşifre edilip insanınkine kıyaslanmasından sonra elde edilebilecektir.

2. Kısmi DNA örneklerine dayanılarak yapılan tüm genetik karşılaştırmalar, objektif sonuçları değil, araştırmacının kendi ön yargıları doğrultusunda yaptığı tercihi yansıtır.

Çünkü benzerliği fazla göstermek isteyen birisi, benzerliğin yoğun olduğu kısımları; düşük göstermek isteyen birisi de benzerliğin en az olduğu bölümleri seçme eğiliminde olacaktır. Bu durum, evrimcilere, istedikleri kadar yüksek benzerlik oranları elde etmenin kapısını açmaktadır. Bu sebeple, yüksek oranda benzerlik elde edilen araştırmaların büyük ölçüde evrimci önyargılara dayalı olduğu hep akılda tutulmalıdır.

3. Şempanze ve insan arasındaki benzerliklerin, bu canlıların ortak bir atadan evrimleştikleri iddiasına kanıt gösterilmesi tutarsızdır. Canlılardaki benzerlikler ortak bir köken göstergesi olmakla birlikte bu kökenin evrim olduğunu kabul etmek yanlıştır. Çünkü evrim teorisi canlıların varlığını kör tesadüflere dayandırmaya çalışır. Canlılardaki ortak yapılar, örneğin DNA kör tesadüflerle ortaya çıkamayacak kadar komplekstir. Birbirine benzer iki uçak gördüğümüzde bunların kökeninin kör tesadüfler değil bilinçli tasarım olduğunu düşünürüz çünkü sahip oldukları tasarım tesadüfle açıklanamaz. DNA molekülü de yüklü miktarda bilgiyi özel bir kodla saklayan kompleks tasarımda bir moleküldür. DNA sadece bir örnektir. Canlılardaki yapılar genel olarak çok komplekstir ve benzer yapıların kör tesadüfler değil, ortak tasarım yani yaratılışla ortaya çıktığını kabul etmek mantık gereğidir.

4. 'İnsan %98 şempanzedir' şeklinde söylemler, evrimcilerce toplumu yönlendirmek için başvurulan bilim dışı söylemlerdir.

İnsan belli oranlarda genlerini sadece şempanzeyle değil, aynı zamanda başka birçok canlıyla da paylaşır. Örneğin, insan ve nematod solucanlarının genleri arasında %75 benzerlik vardır.

Bu durumda, 'insan %98 şempanzedir' yaklaşımının ne denli yüzeysel ve bir o kadar da anlamsız olduğu ortaya çıkar. Çünkü başka canlılarla benzerlik oranına bakılarak, 'insan %75 solucandır, %... balinadır, %...papatyadır şeklinde de yargılar sıralanabilir. Bunlar ise, insanı özgün kılan tüm özellikleri gözardı eden ve onu basit istatistiklere indirgeyen saçmalıklardan ibaret olacaktır.

5. Ayrıca iki farklı canlıdaki bazı genler aynı dizilime sahip olsa bile bunların tamamen farklı şekilde çalışabildikleri bilinmektedir. Çünkü organizmalarda her bir özelliğe karşı bir gen bulunmamakta, genler genellikle birden fazla işlevi kontrol etmekte (pleiotropy) bazen de bir işlev birden çok gen tarafından yönetilmektedir (poligeny). Bu durumda, sadece basit istatistiklere dayanmanın, bilimsel gerçeklere uygun bir yaklaşım tarzı olmadığı ortaya çıkmaktadır.

6. Darwinist medya kuruluşları, insanla şempanze arasındaki genetik benzerlik karşılaştırmalarını duyurmada taraflı davranmakta, iki canlı arasında belirgin genetik farklılık bulunduğu sonucuna varan araştırmaları neredeyse hiç duyurmamaktadırlar. Örneğin son bir karşılaştırmada incelenen 231 genin %83'ünde, kodladıkları proteinin amino asit dizilimine etki eden farklılıklar belirlenmiştir. Bu çalışmayı yayınlayan bilim dergisinin haber servisi, sonuçları "yapılan ilk detaylı karşılaştırma, şempanze ve insan genlerini beklenmedik şekilde farklı çıkardı" yorumuna yer vermiş ancak bu çalışma medyada hiç yankı bulamamıştır.

Görüldüğü gibi, insanla şempanze arasındaki genetik benzerlikler, ortaya kesin bir sonuç koymaktan son derece uzak bir çalışma yöntemine dayanmaktadır. Bu durum, çalışmayı yürüten evrimci araştırmacıların ön yargıları için geniş bir saha oluşturmaktadır. Bir evrimci araştırmacı, elde etmek istediği benzerlik oranını verecek DNA parçalarını incelemekte, sonra bunları genomların tamamına genelleyebilmektedir.Yukarıda sayılan sebeplerden ötürü, Darwinist medya kuruluşlarının propaganda konusu yaptığı benzerlik oranlarına itibar edilmemeli, bunların daha çok toplumu Darwinist düşünce doğrultusunda yönlendirmede kullanıldığı akılda tutulmalıdır.

DARWINİSTLER NELERİ DÜŞÜNMEZLER

DARWINİSTLER NELERİ DÜŞÜNMEZLER

1. Darwinistler bir dinozorun sineği yakalamaya çalışırken kanatlandığını iddia ederken, sineğin zaten mükemmel bir kanat ve uçuş sistemine sahip olarak saniyede 1000 kere kanat çırpıyor olduğunu düşünmezler.

2. Darwinistler yeryüzündeki tüm canlılığı meydana getirdiğini iddia ettikleri atomların şuursuz varlıklar olduğunu düşünmezler.

3. Darwinistler, fosfor, karbon gibi atomların tesadüfler sonucunda biraraya gelerek, yıldırımlar, volkanlar, ultraviyole ışınları, radyasyon gibi doğal olaylar sonucunda kendilerini kusursuzca organize ederek proteinleri, hücreleri, balıkları, kedileri, tavşanları, aslanları, kuşları, insanları ve tüm canlılığı meydana getirdiklerini iddia ederken bunların bilinçsiz, akılsız, yeteneksiz, bilgisiz ve cansız olduklarını düşünmezler.

4. Darwinistler canlılığın mutasyonlar sonucunda evrimleştiğini iddia ederken mutasyonların %99�nun canlılara zarar verdiğini düşünmezler.

5. Darwinistler evrim teorisinin 1800'lü yılların teknolojik ortamında ortaya atılmış kör bir teori olduğunu düşünmezler.

6. Darwinistler türlerin birbirinden evrimleştiğini iddia ederken fosil katmanlarında bunu destekleyecek tek bir delil elde edilemediğini düşünmezler.

7. Darwinistler canlı türlerinin birbirlerinden uzun zamanlar içinde evrimleşerek çoğaldıklarını iddia ederken bugün bilinen temel canlı kategorilerinin tamamının, hatta soyu tükenmiş daha fazlasının, yeryüzünde yalnızca tek hücreli canlıların hüküm sürdüğü bir zamandan hemen sonra, yaklaşık 530 milyon yıl önce, "Kambriyen Devri" adı verilen jeolojik devirde aynı anda ve aniden ortaya çıktıklarını düşünmezler.

8. Darwinistler, fosil kayıtlarının, canlıların milyonlarca yıldır hiçbir değişime uğramadıklarını ispat ettiğini düşünmezler.

9. Darwinistler 19. yüzyılın ilkel bilim anlayışıyla hayali bir varsayım olarak öne sürülen evrim teorisinin bugüne kadar hiçbir bilimsel bulgu veya deney tarafından doğrulanmamış olduğunu düşünmezler.

10. Darwinistler Archaeopteryx'in sürüngenler ile kuşlar arasındaki "kayıp halka" olduğunu iddia ederken Archaeopteryx'in tüm özellikleriyle tam bir uçucu kuş olduğunu düşünmezler.

11. Darwinistler Archaeopteryx�n tam gelişmemiş bir kuş olduğunu öne sürerken Archaeopteryx ile aynı dönemde hatta ondan daha erken dönemlerde kuşların yaşadığını düşünmezler.

12. Darwinistler canlılığın kör tesadüfler sonucu oluştuğunu iddia ederken ortalama büyüklükteki bir protein molekülünün tesadüfen oluşma ihtimalinin 10300'de bir ihtimal olduğunu düşünmezler.


13. Darwinistler işlev gören bir proteinin tesadüfen oluşması için ise 10950'de bir ihtimal gerektiğini hiç düşünmezler.

14. Darwinistler bu ihtimalleri değerlendirirken, matematikte 1050'de 1'den küçük ihtimallerin pratikte "sıfır ihtimal" kabul edildiğini düşünmezler.

15. Darwinistler 19. yüzyıl teknolojisi ile su dolu bir balon olarak gördükleri ve tesadüfen oluştuğunu iddia ettikleri hücrenin bilim adamlarının benzetmesiyle, New York şehri kadar kompleks bir yapıya sahip olduğunu düşünmezler.

16. Darwinistler milimetrenin 100'de biri büyüklüğünde olan hücrelerimizin içindeki "mitokondri" isimli enerji santralinin, bir petrol rafinerisinden ya da bir hidroelektrik santralinden daha kompleks olduğunu düşünmezler.

17. Darwinistler şuursuz tesadüfler sonucu oluştuğunu iddia ettikleri insanın 100 trilyon hücresinin her birinde mevcut olan DNA moleküllerinden tek bir tanesinde bir milyon ansiklopedi sayfasını dolduracak bilgi bulunduğunu düşünmezler.

18. Darwinistler gözün tesadüfen meydana geldiğini öne sürerken indirgenemez komplekslikte bir organ olduğunu ve 40 temel parçasının hepsinin bir arada var olmadan ve uyum içinde çalışmadan işlevini yerine getiremediğini bunun da evrim teorisinin iddialarını ortadan kaldırdığını düşünmezler.

19. Darwinistler insan gözünün en gelişmiş kameradan çok daha gelişmiş bir görüntü ve netlik sağladığını düşünmezler.

20. Darwinistler insan beynindeki her bir nöronun diğer nöronlarla binden 10 bine kadar bağlantı yaptıklarını (sinaps), bunun bir nöronun aynı anda 10 bin farklı nöronla iletişim kurabilir anlamına geldiğini ve insan beyninin içindeki sinapsların sayısının 1 katrilyon olduğunu ve bunun da yaklaşık 1.000.000.000.000.000 haberleşme demek olduğunu, bunun tesadüfen oluşmasının imkansız olduğunu düşünmezler.

21. Darwinistler, dünyanın en hızlı işlem yapan insan yapımı bilgisayarları ortalama olarak saniyede 109 işlem yaparken, tesadüfen oluştuğunu iddia ettikleri beynin hızının aynı işlem için 1015 olduğunu düşünmezler.

22. Darwinistler, tesadüflerin, hayranlık uyandıracak bir iletişim ağı kuracak şekilde sinir hücrelerini organize etmelerinin kesinlikle imkansız olduğunu düşünmezler.

23. Savunma sistemi hücrelerinin antijen adı verilen bazı mikroplar ve yabancı maddelere karşı "antikor" adı verilen maddeler üreterek onları yok etmeye ya da çoğalmalarını önlemeye çalıştıklarını, bu antikorların sahip oldukları en önemli özelliğin doğada var olan yüz binlerce birbirinden farklı mikrobu tanıyıp, kendilerini onları yok etmeye yönelik olarak hazırlayabilmeleri olduğunu düşünmezler.

24. Darwinistler laboratuvarda oluşturularak insan vücuduna yerleştirilen yapay antijenleri bile tanıyan antikorlarn bulunduğunu düşünmezler.

25. Darwinistler antikorların yabancıya karşı kullanılacak etkili silahları da anında tespit edip üretebildiklerini düşünmezler.

26. Darwinistler birkaç cm lik beyni basit sinir düğümlerinden oluşan kraliçe arının kendi iradesi ve aklıyla, petek hücrelerinin ne için inşa edildiğini kavraması ve bunları hiç birbirine karıştırmadan, en uygun yumurtlamayı yapmasının nasıl mümkün olduğunu düşünmezler.

27. Darwinistler insanın sahip olduğu böbreklerin, yaklaşık 10 cm büyüklüğünde, 100 gram ağırlığında olup, bedenimizin yaklaşık 1 milyondan fazla mikro arıtma tesisini bu 10 cm içinde barındırdığını ve bize hayat veren her şeyi taşıyan kanın, bu mikro arıtma tesislerinde sürekli olarak temizlendiğini, insanların dev makinelerle böbreklerin taklidini bile yapamadıklarını düşünmezler.

28. Darwinistler, insan vücudunda, ne zaman hücre üretilmesi gerektiği, ne zaman hücrenin yok edilmesi gerektiğinin insanın iradesi ve bilgisi dışında kusursuz bir zamanlama ve düzen içinde işlediğini düşünmezler.

29. Darwinistler, sinirler arası sıvıda yüzerek elektron taşıyan enzimlerin, şuurlu varlıklar olmadıkları halde kusursuzca sürdürdükleri iletim sisteminde, günün birinde mesajı ilgili yere götürmek yerine, rastgele dağıtmaya karar verseler, beyindeki bu karmaşanın tüm algı sistemini altüst edeceğini dış dünya ile olan bağlantıyı felce uğratacağını düşünmezler.

30. Darwinistler, kemikte yer alan osteoklast isimli hücrelerin, kemiğin biçimini ve boyunu değiştirmesi, kemik yüzeyindeki çıkıntıları küçültmesi, osteoklast kemikte yıkımlara yol açarken osteoblast hücrelerinin de iskeleti oluşturmak üzere kemik üretmeye başlamaları gibi kusursuz bir düzenin her insan kemik hücresi için geçerli olduğunu düşünmezler.

BAŞARISIZ DENEMELER

BAŞARISIZ DENEMELER

MİLLER DENEYİ


20. yüzyılda evrimciler ilk canlı hücrenin yeryüzünde nasıl oluştuğu sorusuna cevap aramaya başladılar. Bu konuda ilk çalışması olan kişi Rus biyolog Alexander I. Oparin'di ve "kimyasal evrim" modelini ortaya attı. Oparin, yaptığı çalışmalardan hiçbir sonuç alamadı ve en sonunda "Maalesef hücrenin kökeni, evrim teorisinin tümünü içine alan en karanlık noktayı oluşturmaktadır" diyerek itirafta bulundu. 63


Oparin'den sonra birçok evrimci sayısız deney yaparak hücrenin rastlantılar sonucunda oluştuğunu ispat etmeye çalıştılar, ancak her birinin çalışması başarısızlıkla sonuçlandı. Bu başarısız denemelerden en çok itibar görerek destekleneni, 1953 yılında Amerikalı araştırmacı Stanley Miller tarafından yapılan Miller deneyidir.


Stanley Miller, Oparin'in kimyasal evrim modeline uygun bir düzenek hazırladı. İlkel atmosferde olduğunu varsaydığı metan (CH4), amonyak (NH3), su buharı (H20) ve hidrojen (H2) gazlarının karışımını elektrik donanımı ihtiva eden bir tüpe koydu. Miller, canlı yaşamdan önceki atmosfer gazları üzerinde ultraviyole ışığının etkisini oluşturmak üzere hazırladığı deney tüpüne yüksek elek-trik voltajı gönderdi. Daha sonra bu gaz karışımını bir hafta boyunca 100 derecede kaynattı, bir yandan da karışıma elektrik akımı vermeye devam etti. Bu süre sonunda yaşam için gerekli olan 20 çeşit amino asitten 3 tanesinin sentezlendiğini gördü. Hemen oluşan bu molekülleri "Soğuk Tuzak" adlı mekanizma ile deney ortamından ayırdı. Benzer koşullar altında yapılan diğer deneylerde de birkaç farklı amino asit elde edildi.


Miller'in sözde ilkel koşullar altında yaptığı bu deneyi evrimciler arasında büyük sevinç yaratmıştı. Bu büyük sevinçle deney çok önemli bir başarı gibi lanse edildi. Bu deneyin sonunda başarı elde edilmesi evrimciler açısından çok önemliydi. Çünkü bu deney, Oparin'in senaryosunda önemli bir adım olan ilkel dünyada basit atmosferik gazlardan biyolojik yapı taşlarının üretiminin mümkün olduğunu göstererek, Oparin'in kimyasal evrim teorisine deneysel destek sağlayacaktı. Bunun öneminin farkında olan bazı çevreler de kendilerince deneye destek vermeye çalıştılar. Örneğin ünlü astronom Carl Sagan bu deneyi "yaşamın uzaydan gelebileceğini gösteren en önemli adım olarak nitelendirmiştir. 64

Miller'in deney sonuçlarına Time dergisi gibi kamu yayınlarında ve ders kitaplarında geniş yer verilmeye başlandı. Miller'in deneyinden alınan destekle kimyasal evrimden hareket edip hayatın kökenini gösteren hayali evrim şemaları da vakit kaybetmeden ders kitaplarında yerini aldı. Hatta o dönemde "neovitalizm" olarak bilinen maddenin kalıtımsal olarak kendi kendini oluşturma gücüne sahip olduğuna dair inanç da bu deney sayesinde canlanma imkanı buldu. 65


Fakat kimyasal evrim teorisinin kurucusu Oparin'in düşünceleriyle yola çıkan Miller'in deneyi, içerdiği önyargılardan dolayı bilimsel gerçeklerden uzak birçok husus içeriyordu. Çünkü deney, Oparin'in kafasında tasarladığı kimyasal evrim teorisini ispatlamak için gereken uygun düzeneklere göre hazırlanmış, bilimsel gerçeklerden uzak bir atmosfer ortamında evrimin geçerliliğini ispatlamaya çalışılmıştı. Amino asitleri üretmek amacıyla kullandığı düzenek dünyanın ilk zamanlarındaki atmosfer şartlarıyla hiçbir şekilde uyuşmuyordu. Bunun yanısıra doğal ortamdan uzak sadece amino asit üretimi için düşünülmüş birçok taraflı mekanizma içeriyordu. Bu deneye bilimsel gerçekler doğrultusunda bakıldığında bu önyargılı düzenekler açıkça görülebilir.

MİLLER DENEYİNDEKİ GERÇEK DIŞI DÜZENEKLER:


Deney yapıldıktan bir süre sonra, Miller'in ilkel dünya koşullarında amino asitlerin kendi kendilerine oluşabileceklerini kanıtlamak amacıyla yaptığı deneyin birçok yönden bilimsel gerçeklere uymadığı anlaşılmıştır. Bu deneyin bilimsel olarak geçersiz olduğunu gösteren noktaları ele alındığında amacın bilimsellik olmadığı kolayca görülecektir.


1. Miller'in düzeneğindeki "ilkel atmosfer" gerçekleri yansıtmıyordu. İlkel atmosferin sahip olduğu koşullar amino asitlerin ve yaşam için gerekli olan diğer yapı taşlarının oluşumuna kesinlikle izin vermez.
Oparin kimyasal evrim teorisin ortaya attığında, ilkel dünya atmosferinin şu andakinden çok farklı olduğunu ileri sürdü. 66

Stanley Miller de Oparin'in 1936'da kitabına aldığı bu ilkel atmosfer varsayımlarını kullanarak Kimyasal Evrim teorisine dayanak oluşturmak istedi. Bu yüzden Oparin'in öngördüğü gibi Miller, ilkel atmosferdeki amino asit üretimini taklit ederken dünyanın atmosferinin metan(CH4), amonyak(NH3) ve hidrojenden(H2) meydana geldiğini varsaydı. Ayrıca bunun yanısıra dünya atmosferinin serbest oksijen ihtiva etmediğini de ileri sürdü. Miller'in deneyini izleyen yıllarda yeni jeokimyasal kanıtlar ve bunlar doğrultusunda yapılan deneyler Oparin ve Miller'in yapmış olduğu tahminlerin doğru olmadığını açıkça ortaya çıkardı. Aksine elde edilen bütün deliller güçlü bir şekilde ilk atmosferde hüküm süren doğal gazların karbondioksit, nitrojen ve su buharı olduğunu, metan, amonyak ve hidrojen olmadığını gösteriyordu. Dünya atmosferi hakkındaki bu bilgi Miller ve benzeri deneylerin yanlış bir atmosfer düzeneği üzerine kurulduğunu gösterdi.


Fakat Miller bu gazları zaten özel olarak kullanmıştı. Çalışmasının amacı Oparin'in 1924 yılında ortaya attığı kimyasal evrim senaryosunu deneysel olarak ispatlamaktı. Bu yüzden Miller, deneyinin parametrelerini hazırlarken Oparin zamanında bilinen ilkel atmosfer ölçülerine göre hazırlamıştı. Amaç canlılık öncesi dünyanın atmosferini oluşturmak değil, amino asitlerin oluşması için gerekli olan atmosferi oluşturmaktı aslında. Science dergisinden Richard Kerr'in ifade ettiği gibi son 30 yılda toplanan jeolojik ve jeokimyasal kanıtların hiçbiri Miller'in kullandığı ilkel atmosfer koşullarını desteklemedi. 67

İlkel atmosfer koşullarının varlığını doğru kabul etmeye devam etmenin tek nedeninin kimyasal evrim teorisinin buna ihtiyaç duyması olduğu anlaşıldı. Çünkü Oparin ve Miller varsaydıkları ilkel atmosfer şartları amino asitlerin oluşabilmesi için gereken en uygun şartlardı. Normal şartlarda kimyasal olarak doğal bir atmosferde atmosferik gazlar arasında reaksiyonlar meydana gelmez. Reaksiyonlar meydana gelse bile bu reaksiyonlar da biyolojik yapı taşlarını meydana getirebilecek düzeyde olmazlar. Nötr bir atmosferde biyolojik yapı taşlarını oluşturmaya çalışmak yağ ile suyun ya da iki cansız kimyasalın reaksiyona girmesini beklemek gibi bir şeydir.

Evrimciler yıllarca ilkel atmosfer şartlarında, cansız maddelerin tesadüfen proteinleri oluşturduğunu ispatlamaya çalıştılar. Ancak bugün proteinlerin tesadüfen oluşamayacakları bilinen bir gerçektir.

Stanley Miller'ın ve onunkine benzeyen diğer deneylerde varsayılan ilkel koşullar gerçekte ilk atmosferde mevcut olmadığı için bu deneyler hayatın kökeni hakkında hiçbir bilimsel temel oluşturmazlar. Bağımsız jeokimya çalışmaları ilk atmosferde amino asitlerin oluşumuna izin vermeyecek olan kimyasal koşulların üstün geldiğini kanıtladığına göre Miller'ın deneyinin hiçbir şeyin oluşumunu temsil etmediği anlaşılır. İşte bu nedenle, laboratuardaki bu tür deneyler kimyasal evrimin gerçekleşmesinin imkansız olduğunu göstermekle kalmaz, yaşayan sistemlerin dizaynında kaçınılmaz olarak akıl sahibi bir Yaratıcı'nın varolduğunu ispatlar.

2. Amino asitlerin oluştuğu öne sürülen dönemde, atmosferde amino asitlerin tümünü parçalayacak kadar yoğunlukta oksijen bulunuyordu.
Bir dizi jeokimyasal çalışma bitki yaşamından önce bile önemli miktarda serbest oksijenin, volkanik gazların açığa çıkması ve su buharlaşmasındaki fotodisasyon nedeniyle mevcut olduğunu gösterdi. Yaşları 3.5 milyar yıl olarak hesaplanan taşlardaki okside olmuş demir ve uranyum birikintileri atmosferde oksijen olduğunu gösteriyordu. 68

Bütün bu bulgulardan oksijen miktarının, bu dönemde evrimcilerin iddia ettikleri gibi az miktarda olmadığı, aksine iddia ettikleri miktarının çok üstünde olduğu görüldü. Araştırmalar o dönemde dünya yüzeyinde evrimcilerin tahminlerinden 10 bin kat daha fazla ultraviyole ışını ulaştığını gösterdi. Bu yoğun ultraviyolenin atmosferdeki su buharı ve karbondioksidi ayrıştırarak oksijen ortaya çıkarması kaçınılmazdı.


Miller'in gözardı ettiği bu gerçek, oksijen dikkate alınmadan yapılmış olan Miller deneyini tamamen geçersiz kılıyordu. Eğer deneyde oksijen kullanılsaydı, metan; karbondioksit ve suya, amonyak ise azot ve suya dönüşecekti. Diğer taraftan, oksijenin bulunmadığı bir ortamda -henüz ozon tabakası var olmadığından- ultraviyole ışınlarına doğrudan maruz kalacak olan amino asitlerin hemen parçalanacakları da açıktı. Sonuçta ilkel dünyada oksijenin varolması da, olmaması da amino asitler için yok edici bir ortam demekti.


3. Miller, deneyinde "Soğuk Tuzak" adlı bir mekanizma kullanarak amino asitleri oluştukları anda ortamdan izole etmişti.
Bir an Stanley Miller'ın kullandığı ilkel gazların ilkel atmosferdeki koşullara tamamen benzediğini varsayalım. Peki o şartlar altında deneyinin sonucu gerçekten kimyasal evrimi destekler miydi? Hayır. Miller, deneylerinde amino asitler ve nükleik asit bazları gibi biyolojik yapı taşları olan moleküllerin yanısıra biyolojik olmayan maddeler de üretti. İnsan müdahelesi olmadığı takdirde bu biyolojik olmayan maddeler elde edilmiş olan diğer yararlı maddelerle reaksiyona girecekler ve sonuçta biyolojik olarak hiçbir anlam ifade etmeyen kimyasal bileşikleri oluşturacaklardı. Bu oluşumu engellemek ve kimyasal evrim teorisini bir trajedi ile sonuçlandırmamak için amino asitleri bozan ya da onları biyolojik olmayan bileşenlere çeviren bu kimyasalları ortamdan ayırdılar. Bunun için Stanley Miller deneyinde amino asitleri oluşur oluşmaz hemen diğer oluşan maddelerin ve ortamdaki diğer şartların zararlı etkilerden korumak için "Soğuk Tuzak" (cold trap) adlı bir mekanizma kullanmıştır. Çünkü aksi takdirde amino asitleri oluşturan ortam koşulları, bu molekülleri oluşmalarından hemen sonra imha edecekti.
Halbuki ilkel dünya koşullarında elbette Soğuk Tuzak gibi bilinçli düzenekler yoktu. Ve bu mekanizma olmadan herhangi bir çeşit amino asit elde edilse bile, bu moleküller aynı ortamda hemen parçalanacaktı. Kimyager Richard Bliss'in ifade ettiği gibi: "Bu Soğuk Tuzak mekanizması olmasa, kimyasal ürünler elektrik kaynağı tarafından yok olacaktı." 69


Nitekim Miller, soğuk tuzak yerleştirmeden yaptığı daha önceki deneylerde tek bir amino asit bile elde edememişti.
Gerçekte Miller deneyiyle evrimin, "canlılığın bilinçsiz tesadüfler sonucu ortaya çıktığı" şeklindeki iddiası da çürümüştür. Çünkü deney, amino asitlerin ancak tüm koşulları özel olarak ayarlanmış bir laboratuvar ortamında, bilinçli müdahalelerle elde edilebileceğini göstermektedir.


Miller deneyi, Türkiye'deki bazı kaynaklarda hala önemli bir bilimsel bulgu gibi gösterilse de, aslında evrimci otoriteler tarafından terk edilmiş durumdadır. Son yıllarda Batılı bilim dergilerinde deneyin hayatın kökenini açıklamak yönünden bir anlam ifade etmediği belirtilmektedir. Örneğin 1998'in Şubat ayında yayınlanan ünlü evrimci bilim dergisi Earth'deki "Yaşamın Potası" başlıklı makalede şu ifadeler yer alır:
Bugün Miller'ın senaryosu şüphelerle karşılanmaktadır. Bir nedeni, jeologların ilkel atmosferin başlıca karbondioksit ve azottan oluştuğunu kabul etmeleri. Bu gazlar ise 1953'teki deneyde (Miller deneyinde) kullanılanlardan çok daha az aktifler. Kaldı ki, Miller'ın farzettiği atmosfer var olmuş olabilseydi bile, amino asitler gibi basit molekülleri çok daha karmaşık bileşiklere, proteinler gibi polimerlere dönüştürecek gerekli kimyasal değişimler nasıl oluşabilirdi ki? Miller'ın kendisi bile, problemin bu noktasında ellerini ileri uzatıp, "bu bir sorun" diyerek şiddetle iç çekmekte, "polimerleri nasıl yapacaksınız? Bu o kadar kolay değil..." 70


Görüldüğü gibi, Miller'ın kendisi dahi bugün deneyinin, yaşamın kökenini açıklama adına bir anlam ifade etmediğinin farkındadır. National Geographic'in Mart 1998 sayısındaki, "Yeryüzündeki Yaşamın Kökeni" başlıklı makalede ise, konuyla ilgili şu satırlara yer verilir:
Pek çok bilim adamı bugün, ilkel atmosferin Miller'ın öne sürdüğünden farklı olduğunu tahmin ediyor. İlkel atmosferin, hidrojen, metan ve amonyaktan çok, karbondioksit ve azottan oluştuğunu düşünüyorlar. Bu ise kimyacılar için kötü haber! Karbondioksit ve azotu tepkimeye soktuklarında elde edilen organik bileşikler oldukça değersiz miktarlarda. Koca bir yüzme havuzuna atılan bir damla gıda renklendiricisiyle aynı oranda bir yoğunlukta... 71

Bilim adamları, bu derece seyrek çözeltideki bir çorbada hayatın ortaya çıkmasını hayal etmeyi bile güç buluyor .
Kısacası ne Miller Deneyi ne de bir başka evrimci çaba, yeryüzünde hayatın nasıl oluştuğu sorusunu cevaplayamamaktadır. Tüm araştırmalar, hayatın rastlantılarla ortaya çıkmasının imkansızlığını ortaya koymakta ve böylece hayatın yaratılmış olduğunu göstermektedir. Evrimcilerin bu açık gerçeği kabul etmemeleri ise, bilime tamamen aykırı birtakım önyargılara sahip olmalarından kaynaklanır. Nitekim Miller Deneyi'ni öğrencisi Stanley Miller ile birlikte organize eden Harold Urey, bu konuda şu itirafı yapmıştır:
Yaşamın kökeni konusunu araştıran bizler, bu konuyu ne kadar çok incelersek inceleyelim, hayatın herhangi bir yerde evrimleşmiş olamayacak kadar kompleks olduğu sonucuna varıyoruz. (Ancak) Hepimiz bir inanç ifadesi olarak, yaşamın bu gezegenin üzerinde ölü maddeden evrimleştiğine inanıyoruz. Fakat kompleksliği o kadar büyük ki, nasıl evrimleştiğini hayal etmek bile bizim için zor. 72

BİR BAŞKA BAŞARISIZ DENEY: FOX DENEYİ


Bazı evrimciler, bütün başarısızlığına ve geçersizliğine rağmen, hala Miller deneyini amino asitlerin cansız maddelerden tesadüfen oluştuklarına delil olarak kullanmaya çalışmaktadırlar. Oysa bu sonuç gerçekleşmiş olsaydı bile, evrimcilerin sorunları çözülmezdi, çünkü onları çok daha imkansız aşamalar beklemektedir: Amino asitlerin birleşip çok daha karmaşık bir yapıya sahip olan proteinleri oluşturmaları gerekmektedir.
Proteinlerin doğal şartlarda tesadüfen oluştuklarını öne sürmek, amino asitlerin tesadüfen oluştuklarını öne sürmekten çok daha gerçek dışı bir iddiadır. Amino asitlerin, proteinleri oluşturmak üzere uygun dizilimlerde tesadüfen birleşebilmelerinin matematiksel imkansızlığını önceki sayfalarda olasılık hesapları ile incelemiştik. Ancak protein oluşumu, kimyasal olarak da ilkel dünya koşullarında mümkün değildir.



PROTEİNLERİN SUDA SENTEZLENMESİ SORUNU


Önceki konularda da belirttiğimiz gibi, amino asitler protein oluşturmak üzere kimyasal olarak birleşirken, aralarında "peptid bağı" denilen özel bir bağ kurarlar. Bu bağ kurulurken bir su molekülü açığa çıkar.
Bu durum, ilkel hayatın denizlerde ortaya çıktığını öne süren evrimci açıklamayı devre dışı bırakmaktadır. Çünkü kimyada Le Chatêlier Prensibi olarak bilinen kurala göre, açığa su çıkaran bir reaksiyonun (kondansasyon reaksiyonu) su içeren bir ortamda sonuçlanması mümkün değildir. Sulu bir ortamda bu çeşit bir reaksiyonun gerçekleşebilmesi, kimyasal reaksiyonlar içinde "oluşma ihtimali en düşük olanı" olarak nitelendirilir.


Dolayısıyla evrimcilerin hayatın başladığı ve amino asitlerin oluştuğu yerler olarak belirttikleri okyanuslar, amino asitlerin birleşerek proteinleri oluşturması için kesinlikle uygun olmayan ortamlardır. 73
Öte yandan, evrim savunucularının bu gerçek karşısında iddialarını değiştirip, ilkel hayatın karalarda oluştuğunu öne sürmeleri de imkansızdır. Çünkü ilkel atmosferde oluştukları var sayılan amino asitleri ultraviyole ışınlarından koruyacak yegane ortam denizler ve okyanuslardır. Amino asitler karada ultraviyole yüzünden parçalanırlar. Le Chatêlier Prensibi ise denizlerdeki oluşum iddiasını çürütmektedir. Bu da evrim teorisi açısından tam bir ikilem oluşturmaktadır.

FOX DENEYİ


Üstte açıkladığımız çıkmazla yüz yüze kalan evrimci araştırmacılar, tüm teorilerini altüst eden bu "su sorunu"nu aşmaya yönelik çeşitli senaryolar üretme yoluna gittiler. Bu araştırmacıların en tanınmışı Sydney Fox, sorunu çözmek için ilginç bir teori ortaya attı: Ona göre, ilk amino asitler, ilkel okyanusta oluştuktan hemen sonra bir volkanın yanındaki kayalıklara sürüklenmiş olmalıydılar. Sonra da amino asitleri içeren karışımdaki su, kayalıklardaki yüksek ısı nedeniyle buharlaşmış olmalıydı. Böylece "kuruyan" amino asitler, proteinleri oluşturmak üzere birleşebilirlerdi.


Fakat bu "çetrefilli" çıkış yolu da pek kimse tarafından benimsenmedi. Çünkü amino asitler, Fox'un öne sürdüğü derecede bir ısıya karşı dayanıklılık gösteremezlerdi: Yapılan araştırmalar amino asitlerin yüksek ısıda hemen tahrip olduklarını ortaya koyuyordu.
Ancak Fox yılmadı. Laboratuvarda, "çok özel koşullarda", saflaştırılmış amino asitleri kuru ortamda ısıtarak birleştirdi. Amino asitler birleştirilmiş, ancak proteinler yine elde edilememişti. Elde ettiği, birbirine rasgele bağlanmış, basit ve düzensiz amino asit halkalarıydı ve herhangi bir canlı proteinine benzemekten çok uzaktı. Dahası, eğer Fox amino asitleri aynı ısıda tutmaya devam etseydi, ortaya çıkan işe yaramaz halkalar tekrar parçalanacaktı. 74


Deneyi anlamsızlaştıran bir başka nokta ise, Fox'un, daha önce Miller deneyinde elde edilmiş olan amino asitleri değil, canlı organizmalarda kullanılan saf amino asitleri kullanmış olmasıydı. Oysa Miller'ın devamı olma iddiasındaki deney, Miller'ın vardığı sonuçtan yola çıkmalıydı. Ama ne Fox ne de başka hiçbir araştırmacı, Miller'ın ürettiği işe yaramaz amino asitleri kullanmadı. 75


Fox'un söz konusu deneyi evrimci çevrelerde bile pek olumlu karşılanmadı. Zira Fox'un elde ettiği anlamsız amino asit zincirlerinin (proteinoidlerin) doğal koşullarda oluşamayacağı çok açıktı. Dahası, canlıların yapı taşları olan proteinler hala elde edilememişti. Proteinlerin kökeni problemi başlangıçta olduğu gibi hala çözümlenememişti. Ünlü bilim dergisi Chemical Engineering News'da o dönemde yayınlanan bir makalede Fox'un gerçekleştirdiği deney hakkında şöyle deniyordu:
Sydney Fox ve diğer araştırmacılar, çok özel ısıtma teknikleri kullanarak, dünyanın ilk devirlerinde hiç var olmamış şartlarda amino asitleri "proteinoidler" adı verilen bir şekilde birbirine bağlamayı başarmışlardır. Bununla beraber bunlar, canlılarda bulunan çok düzenli proteinlere hiç benzememektedir. Bunlar hiçbir işe yaramayan, düzensiz lekelerden başka bir şey değildirler. İlk devirlerde bu moleküller eğer gerçekten meydana gelmişlerse bile, bunların parçalanmamaları mümkün değildir. 76


Gerçekten de Fox'un elde ettiği "protenoidler", gerçek proteinlerden yapı ve işlev olarak tamamen uzaktı. Proteinlerle aralarında, karmaşık bir teknolojik cihazla, işlenmemiş bir metal yığını arasındaki kadar fark vardı.
Dahası, bu düzensiz amino asit yığınlarının bile ilkel atmosferde yaşama şansı yoktu. Dünyanın o günkü şartlarında yeryüzüne ulaşan yoğun ultraviyole ışınları ve kontrolsüz doğa koşullarının doğurduğu zararlı, tahrip edici fiziksel ve kimyasal etkenler, bu proteinoidlerin dahi varlıklarını sürdürmelerine imkan vermeden parçalanmalarına neden olacaktı. Amino asitlerin ultraviyole ışınlarının ulaşamayacağı şekilde suyun altında bulunmaları ise, Le Châtelier Prensibi nedeniyle söz konusu değildi. Bu veriler ışığında bilim adamları arasında, proteinoidlerin y
aşamın başlangıcını oluşturan moleküller oldukları fikri giderek etkisini kaybetti.

52- Alaeddin Şenel, "Evrim Aldatmacası mı, Devrin Aldatmacası mı?", Bilim ve Ütopya Dergisi, Aralık 1998, 53- Alexander I. Oparin, Origin of Life, (1936) NewYork, Dover Publications, 1953 (Reprint), s. 132-133
53- Alexander I. Oparin, Origin of Life, (1936) NewYork, Dover Publications, 1953 (Reprint), s. 132-133
54- Stephen C.Meyer, The Intercollegiate Review 31, No:2 (Spring 1996)
55- W. R. Bird, The Origin of Species Revisited, Nashville, Thomas Nelson Co., 1991, s. 305
56- Ali Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, Ankara Meteksan Yayınları, 1984, s. 94
57- Michael Behe, Darwin'in Kara Kutusu, Aksoy Yayıncılık, Haziran 1998, s.97; Russel Doolittle, "Kanın Pıhtılaşmasının Karşılaştırmayı Biyokimyası" (1961), Trombosis and Heamostatis
58- W. R. Bird, The Origin of Species Revisited, Nashville, Thomas Nelson Co., 1991, s. 304
59- Hoimar Von Ditfurth, Dinozorların Sessiz Gecesi 1, Alan Yayıncılık, Kasım 1996, İstanbul, Çev: Veysel Atayman, s.122
60- Hoimar Von Ditfurth, Dinozorların Sessiz Gecesi 1, s.123
61- Hoimar Von Ditfurth, Dinozorların Sessiz Gecesi 1, s.126
62- SBS Vital Topics, David B. Loughran, Nisan 1996, Stewarton Bible School, Stewarton, Scotland, URL:http://www.rmplc.co.uk/eduweb/sites/sbs777/vital/evolutio.html
63- Alexander I. Oparin, Origin of Life, (1936) NewYork, Dover Publications, 1953 (Reprint), s.196.
64- R.Shapiro, Origins (New York: Summit Books,1986) s. 99
65- K.Dose, "The Origin of Life: More Questions than Answers", Interdisciplinary Science Reviews 13 (1988):348
66- Mere Creation, Edited By William A. Dembski, Intervarsity Press, Illinois, 1998, s. 116, 119
67- Stephen C.Meyer, The Origin of Life and the Death of The Metarialism, Reprinted from the Intercollegiate Review 31,no.2, (spring 1996)
68- "New Evidence on Evolution of Early Atmosphere & Life", Bulletin of the American Meteorological Society, cilt 63, Kasım 1982, s.1328-1330
69- Richard B.Bliss & Gary. E.Parker, Origin of Life, California, 1979, s.14
70- Earth, "Life's Crucible", Şubat 1998, s. 34.
71- National Geographic, "The Rise of Life on Earth", Mart 1998, s. 68
72- W. R. Bird, The Origin of Species Revisited, Nashville: Thomas Nelson Co., 1991, s. 325
73- Kimyacı Richard E. Dickinson bunun nedenini ?öyle açıklar: "Eğer protein ve nükleik asit polimerleri öncül monomerlerden oluşacaksa polimer zincirine her bir monomer bağlandığında bir molekül su atılması şarttır. Bu durumda suyun varlığının polimer oluşturmanın aksine ortamdaki polimerleri parçalama yönünde etkili olması gerçeği karşısında, sulu bir ortamda polimerleşmenin nasıl yürüyebildiğini tahmin etmek güçtür." (Richard Dickerson, "Chemical Evolution", Scientific American, Cilt 239:3, 1978, s. 74.)
74- Richard B. Bliss & Gary E. Parker, Origin of Life, California: 1979, s. 25
75- Richard B. Bliss & Gary E. Parker, Origin of Life, California: 1979, s. 25
76- S. W. Fox, K. Harada, G. Kramptiz, G. Mueller, "Chemical Origin of Cells", Chemical Engineering News, 22 Haziran 1970, s. 80

EVRİM TEORİSİNİN BÜYÜK ÇIKMAZI: PROTEİNLER NASIL VAR OLDU?

EVRİM TEORİSİNİN BÜYÜK ÇIKMAZI:
PROTEİNLER NASIL VAR OLDU?

Evrim teorisinin en büyük yanılgılarından biri, canlılık gibi son derece kompleks, üstün özelliklere ve işlevlere sahip bir yapının tesadüfen, kendi kendine oluştuğunu iddia etmektir. Charles Darwin evrim teorisini ortaya attığı 19. yüzyılda, canlılığın temel yapısı hakkında çok az şey biliniyordu. Sahip olunan mikroskoplarda hücre sadece kara bir leke gibi görülüyor, kimileri tarafından da jölemsi bir yapı olarak nitelendiriliyordu. Bu nedenle Darwin'in, "canlılık, ilkel bir hücrenin kendi kendine tesadüflerle oluşup gelişmesiyle varoldu" şeklindeki iddiası çok fazla yadırganmadı. Ancak 20. yüzyılın özellikle ikinci yarısından itibaren gelişen bilim ve teknoloji, hücrenin ne kadar kompleks ve üstün bir yapıya sahip olduğunu ortaya koydu. Hücre evrimcilerin iddia ettiği gibi tesadüfen var olamayacak kadar çok detaya sahip, dünyadaki en kompleks fabrikadan daha üstün bir sisteme sahip bir fabrika gibiydi.


Bu site boyunca da söz edildiği gibi, hücrenin alt parçaları olan proteinlerin dahi herbiri son derece kompleks yapılardır ve aralarında olağanüstü bir organizasyon, mükemmel bir planlama bulunmaktadır. Herbir protein, insan vücudunda çok hayati görevler üstlenmektedir; üretimi, işlevleri ve tasarımı ile insanda hayranlık uyandıracak kadar çok detaya sahiptir. Böyle yapıların, cansız ve şuursuz atomların tesadüfen biraraya gelip, kusursuz bir organizasyon, iş bölümü ve son derece kompleks yapılar meydana getirmesiyle ortaya çıktıklarını iddia etmek son derece mantıksızdır. Ne var ki, evrimciler, sadece materyalist ideolojilerini ayakta tutabilmek ve bir Yaratıcı'nın varlığını inkar edebilmek amacıyla evrim teorisini bilim karşısında çok büyük bir hezimete uğramasına rağmen gözü kapalı savunurlar. En akıl dışı iddiaları dahi, büyük bir pervasızlıkla, sahte deliller kullanarak, demagoji yaparak anlatırlar. Bu şekilde bu tür konular üzerinde pek düşünmeyen cahil insanları etkileri altına almaya çalışırlar. Örneğin ülkemizde evrim teorisinin savunuculuğunu üstlenen bir evrimci, evrim fikrini inandırıcı göstermek için proteinlerin tesadüfen oluşmaları çok kolaymış gibi bir anlatım kullanmaktadır. Ancak proteinler hakkında çok az bir bilgisi olan ve biraz dikkatli davranan biri bile bu anlatımındaki yargı bozukluklarını ve çarpıtmaları kolaylıkla görebilmektedir. Bu evrimcinin sözkonusu ifadeleri şöyledir:


Evrimci sav, hem cansız hem canlı doğada, yalından karmaşığa, zamanla (milyarları bulan yıllar içinde; milyonlarca, belki milyarlarca tepkimeyle) evrimle, gittikçe daha karmaşık yapılara geçildiğidir. Formülleştirirsek, süreç, sözgelimi ilkin iki elementle başlamıştır; a ile b'nin birleşme olasılığı diyelim yüzde ellidir; ab oluştuktan sonra ona c elementinin takılması da elli; abc'ye d elementinin takılması da elli; ya da ona benzer olasılıklar. Tümünün bir anda oluştuğu savı ve bunun olanaksızlığı, evrimcilere yüklenemez. 52


Bu, sözlerle, biyokimya bilgisi çok az olan bir insanın bile şaşkınlıkla karşılayacağı hayali bir senaryo anlatılmaktadır. Bu evrimci, proteinlerin, tesbih taneleri gibi birbirlerine dizilmiş amino asit yığınlarından ibaret olduğunu sanmakta, amino asitlerin 20 ayrı türde olduğunu, daha önemlisi bir amino asit zincirinin protein sayılabilmesi için mutlaka belirli bir sıra ile dizilmesi gerektiğini bilmemekte veya bildiği halde gözardı etmektedir.


Bu; bir şiiri "harflerin rastgele yanyana gelmesi" sanıp, sonra da "Bir şiirin tesadüfen oluşması çok kolay; iki harfi yanyana atarsanız, sonra bir üçüncüyü, bir dördüncüyü yanlarına atarsanız, böylece binlerce harflik bir şiiri kolayca oluşturursunuz." demeye benzemektedir. Oysa, harflerin anlam kazanıp şiir olabilmeleri için belirli bir sırayla dizilmeleri gerekmektedir. Ki amino asitlerin dizilip proteinleri oluşturmaları bundan çok daha zor ve kompleks bir olaydır.


Buna benzer biçimde, amino asit dizilerinin de bir protein olabilmeleri için belirli bir sırayla dizilmeleri şarttır. Bu belli dizilimin tesadüf sonucu ortaya çıkma ihtimali "sıfır" dır. (Örneğin 400 amino asitin belli bir sırayla dizilme ihtimali 10520'de bir ihtimaldir. Bu, 1 sayısının yanına 520 tane sıfır konduğunda oluşacak olan sayıda bir ihtimal demektir. )
Proteinlerin tesadüfen meydana gelemeyeceği gerçeği en koyu evrimciler tarafından bile kabul edilmektedir. Örneğin moleküler evrim teorisinin babası sayılan Rus bilim adamı Alexander Oparin "Proteinlerin yapısını inceleyenler için bu maddelerin kendiliklerinden biraraya gelmiş olmaları, Romalı şair Virgil'in ünlü Aeneid şiirinin etrafa saçılmış harflerden rastgele meydana gelmiş olması kadar ihtimal dışı gözükmektedir" demiştir. 53


Aynı olasılık hesapları, David Shapiro, Harold Morovitz, Francis Crick, Carl Sagan, Lecompte du Nuoy, Frank Salisbury gibi ünlü evrimciler tarafından da yapılmış ve aynı rakamlar elde edilmiştir.
Her proteinin özelliklerinin ve fonksiyonlarının, amino asit dizilimine ve bağlarına bağlı olduğu yıllardır bilinmektedir. Örneğin Histon proteini, dış kısmında kusursuz bir pozitif yük dağılımı ile üç boyutlu bir şekle dönüşür. Bu proteinin bu şekli ve yük dağılımı sayesinde oluşan yapısı, DNA'nın kendi etrafında uygun bir şekilde dönmesini ve bilgi depolamasını sağlayacak şekildedir. DNA'nın bilgi depolama yoğunluğu bu sayede en gelişmiş bilgisayar çiplerinin birkaç trilyon katıdır. 54


Yani hücrelerimizdeki DNA molekülleri bu protein sayesinde bütün vücuttaki bilgileri toplayıp şifreleyebileceği bir kapasiteye ulaşır. Protein ve DNA moleküllerinin bu derece kompleks bir yapıya sahip olduklarının keşfedilmesiyle, tüm evren amino asitlerle dolu olsa bile, canlılığın bu amino asitlerin tesadüfen birleşmeleri ile ortaya çıkamayacağı kesin olarak anlaşılmıştır. Evrimci jeolog William Stokes bu gerçeği şöyle itiraf e-der:
Eğer milyarlarca yıl boyunca, milyarlarca gezegenin yüzeyi gerekli amino asitleri içeren sulu bir konsantre tabakayla dolu olsaydı bile yine (protein) oluşamazdı. 55


Tüm bunların yanında, daha önceki konularda da belirtildiği gibi, tek bir protein molekülünün oluşabilmesi için birçok şartın birarada bulunması gerekir ki, bu kesinlikle imkansızdır.
Bu şartlardan bazılarını kısaca özetlersek;
- Proteinlerin en küçüklerinin oluşabilmesi için dahi yüzlerce amino asit belli sayıda, uygun çeşitte ve özel bir sıralamada dizilmelidir,
- Tek bir amino asitin fazla, eksik ya da yerinin farklı olması o proteini işlevsiz hale getirir,
- Bir proteinde bulunan amino asitlerin yalnızca sol-elli olanlardan oluşması gerekir, tek bir sağ-elli amino asitin araya karışması bile o proteini işe yaramaz hale getirir,
- Amino asitlerin aralarında yalnızca peptid bağı denen özel bir kimyasal bağla bağlanması gerekir, diğer kimyasal bağlar proteinin yapısını bozar,
- Proteine işlevini kazandıran unsur onun üç boyutlu yapısıdır. Bu üç boyutlu yapı çoğu zaman hücre içindeki ribozomda protein sentezi yapılırken, özel enzimlerin yardımıyla gerçekleşir, bu yapı birçok protein çeşidinde kendi kendine oluşamaz. Dolayısıyla ilk işe yarar protein oluşurken, çok önceden başka enzimlerin de zaten doğada bulunması gerekir, ki bu bile evrim teorisinin geçersizliğini tek başına gösterir.
Yukarıda sayılan koşulların tek bir tanesinin bile kendi kendine tesadüfler sonucu gerçekleşmesi olasılık hesaplarına göre de imkansızdır. Örneğin bilimadamları 500 amino asitten oluşan bir proteinin (binlerce amino asitten oluşan proteinler de mevcuttur) tesadüfen oluşma ihtimalini hesaplamışlar ve şöyle bir sonuca varmışlardır:


1. Amino asitlerin uygun dizilme ihtimali:
10650de 1 ihtimal
2. Amino asitlerin sol-elli olma ihtimali:
10150de 1 ihtimal
3. Amino asitlerin aralarında "peptid bağı" ile bağlanmaları ihtimali:
10150de 1 ihtimal
Toplam ihtimal:
10950de 1 ihtimal
10950, 1 rakamının yanına 950 sıfırın gelmesiyle oluşacak astronomik bir sayıdır. 1 milyar sayısını yazmak için 1 rakamının yanına 9 sıfır eklendiği düşünülürse, bu sayının ne kadar büyük olduğu daha iyi anlaşılabilir. Bu sayının büyüklüğünü anlamak için bir başka örnek ise, evrendeki tüm atomların etrafında dönen elektronların sayısıdır. Bu sayı yaklaşık 1075 olarak hesaplanmıştır.
10950=1075.1075.1075.1075.1075.1075.1075.1075.1075.1075.1075.1075.1050 Görüldüğü gibi, arada muazzam bir fark vardır. Bu demektir ki, dünyadaki tüm atomlar biraraya gelseler dahi, tesadüfler sonucunda birleşip tek bir protein molekülünü bile meydana getiremezler.
Evrimcilerin gözardı etmeye çalıştıkları bir başka nokta ise, canlılığın oluşması için, canlılığı oluşturan parçaların tümünün bir arada oluşması gerektiğidir.


Çünkü söz konusu parçaların işe yarayabilmeleri için eksiksiz olmaları gerekir. Eksik bir yapı işlev göremez ve evrimin kendi iddiasına göre de doğal şartlar içinde elenir. "İndirgenemez komplekslik" olarak bilinen bu durum, evrim teorisini yıkan konulardan birini oluşturmaktadır.
Ülkemizin önde gelen evrimcilerinden Prof. Dr. Ali Demirsoy, canlılardaki yapıların işlevsellik kazanabilmeleri veya meydana gelebilmeleri için tüm parçalarının bir arada bulunması gerektiğini şöyle bir örnekle açıklar:


... Sorunun en can alıcı noktası, mitokondrilerin bu özelliği nasıl kazandığıdır. Çünkü tek bir bireyin dahi rastlantı sonucu bu özelliği kazanması aklın alamayacağı kadar aşırı olasılıkların bir araya toplanmasını gerektirir... Solunumu sağlayan ve her kademede değişik şekilde katalizör olarak ödev gören enzimler, mekanizmanın özünü oluşturmaktadır. Bu enzim dizisini bir hücre ya tam içerir ya da bazılarını içermesi anlamsızdır. Çünkü enzimlerin bazılarının eksik olması herhangi bir sonuca götürmez. Burada bilimsel düşünceye oldukça ters gelmekle beraber daha dogmatik bir açıklama ve spekülasyon yapmamak için tüm solunum enzimlerinin bir defada hücre içerisinde ve oksijenle temas etmeden önce, eksiksiz bulunduğunu ister istemez kabul etmek zorundayız. 56


Bu evrimci bilim adamı çaresizlik içinde, tüm solunum enzimlerinin bir defada hücre içerisinde eksiksizce bulunduğunu kabul etmek zorunda kaldıklarını ifade etmektedir. Bu ise, solunum sisteminin tüm organları, hücreleri, enzimleri ve mekanizmaları ile bir kerede yaratılmış olması demektir. Ne var ki, bu evrimci bilim adamı, bu açık gerçeği kendi ifadesiyle "bilimsel düşünceye ters, dogmatik bir açıklama" olarak görmekte ve gerçeği ifade etmekten kaçınmaktadır. Oysa asıl yaratılışın delilleri çok açık olarak ortada olmasına rağmen, bunları göz göre göre inkar etmek, "bilimsel düşünceye ters dogmatik bir tutumdur."


Bir başka dünyaca ünlü evrimci Prof. Dr. Russel Doolittle ise, proteinlerin varolmalarının ve işlevlerini yerine getirebilmelerinin diğer proteinlere bağlı olduğunu ve bunun evrimin bir çıkmazı olduğunu şöyle itiraf eder:
Bu kompleks ve hassasiyetle dengelenen süreç nasıl evrimleşmiş olabilir? Paradoks burada yatıyor, eğer her protein bir başka proteinin aktivasyonuna (harekete geçmesine) bağlıysa bu sistem nasıl meydana gelmiştir? Bu düzen tamamıyla oluşmadan bu sistemin parçalarından biri ne işe yarardı? 57


Günümüzde birçok evrimci en azından dürüst davranarak, proteinlerin ve canlılığın tesadüfen meydana gelmesinin imkansızlığını kabul etmektedirler. Ancak bu evrimciler yine de ideolojileri uğruna bu teoriyi savunmaya devam etmektedirler. Aşağıda dünyaca ünlü evrimcilerin proteinlerin tesadüfler sonucunda kendiliğinden meydana gelmelerinin imkansızlığını itiraf eden bazı açıklamalarına yer verilmiştir:


Harold Blum:
Bilinen en küçük proteinlerin bile rastlantısal olarak meydana gelmesi tümüyle imkansız görünmektedir. 58


Hoimar Von Ditfurth:
Bu iki polimer (yumurta akı ile nükleik asitlerin), öylesine karışık inşa edilmişlerdir ve yetmiyormuş gibi, yapıları öylesine üst düzeyde bir özgünlük gösterir ki, bunların yapılarının, salt rastlantı sonucu zenginleşerek bu düzeye gelmesi, astronomik bir olanaksızlıktan da öteye, düşünülmesi bile olanaksız bir şeydir. 59


Sözgelimi canlı yapıların salt rastlantı sonucu ortaya çıkmalarının istatistik yönden olanaksızlığı, çok sevilen ve bilimin günümüzdeki gelişmişlik durağında oldukça aktüel olan bir örnektir. Gerçekten de biyolojik işlevler yerine getiren tek bir protein molekülünün kuruluşunun o olağanüstü özgünlüklerine bakınca, bunu, hepsi doğru ve gerekli bir sıra içinde, doğru anda, doğru yerde ve doğru elektriksel ve mekanik özelliklerle birbirine rastlamış olmaları gereken birçok atomun, tek tek rastlantı sonucunda buluşmalarıyla açıklamak mümkün değil gibi görünmektedir. 60


Evren istediği kadar büyük olsun, protein ve nükleik asitin doğuşunu sağlayan rastlantı, öylesine olanak dışıdır ki�a name="61."> 61


David A. Kaufman (Florida Üniversitesi):
Evrim, hücrelerle beraber dikkatlice tasarlanmış genetik kodların kökenine dair kabul edilebilir bir bilimsel açıklama getirmekten uzak. Ki bunlar olmazsa proteinler ve dolayısıyla hayat da olamaz. 62


Site boyunca proteinlerin yapıları, işlevleri ve üretilmeleri hakkında verilen bazı bilgiler, bu gözle görülmeyecek kadar küçük varlıkların tesadüfen oluşmalarının kesinlikle imkansız olduğunu göstermektedir. Şunu da hatırlatmak gerekir ki, bu kitapta anlatılanlar protein hakkında sahip olunan bilgilerin sadece küçük bir kısmı, kısa bir özetidir. Bunun dışında daha bilimin proteinler hakkında aydınlatamadığı birçok sır vardır.


Protein hakkındaki bilgilerin bizlere göstermesi gereken çok önemli iki konu bulunmaktadır. Bunlardan birincisi, proteinlerin tesadüfen oluştuğunu iddia eden insanların nasıl bir mantık örgüsüne ve düşünceye sahip olduklarını kavramak açısından proteinleri ve diğer yaratılış mucizelerini öğrenmenin önemidir. Çünkü proteinlerin, hücrenin, enzimlerin yapılarını çok iyi bilmeyen biri, bunların tesadüfen oluştuğunu iddia eden bir teoriyi pek önemsemeyebilir. Ancak detayları gördükçe ve kavradıkça, tesadüflere iman eden bir felsefenin insanlık için ne kadar ciddi bir tehlike olabileceğini ve hemen önünün alınması gerektiğini anlar. Çünkü bu kadar açık delillere rağmen ısrarla tesadüflere inanmak, aklın, mantığın, anlayış ve kavrayışın çöktüğü anlamına gelmektedir. Bu kişiler ister profesör, ister araştırmacı, isterlerse de onlarca bilimsel kitabın yazarı olsunlar, hatta Nobel ödülü almış olsunlar, bu gerçek değişmez.


Aklın ve mantığın çöküşü, yani bazı insanların baktıklarını ve duyduklarını kavrayamaz hale gelmeleri, insanlık için en büyük tehlikelerden biridir. Bu nedenle akıl ve vicdan sahibi insanlar, bu çöküşün önüne geçmeli, gerekli önlemleri alarak, insanlara doğru bilgilerin, aydınlatıcı delillerin ulaşmasını sağlamalıdırlar.


Protein gibi yaratılış mucizelerinin öğrenilmesinin ikinci önemi ise, insanlara Allah'ın sonsuz kudretini, aklını, ilmini, benzersiz yaratışını göstermesi, yaratılıştaki olağanüstü görkemi tanıtmasıdır. Allah'ın varlığına iman eden insanlar Allah'ın yerlerde ve göklerdeki yaratışının delillerini görerek bunlar üzerinde düşünürler. Bu onların Allah'a olan sevgilerini, O'ndan korkup sakınmalarını artırır. Allah'ın ayetinde de bildirdiği gibi;


Kulları içinde ise Allah'tan ancak alim olanlar 'içleri titreyerek-korkar'. Şüphesiz Allah, üstün ve güçlü olandır, bağışlayandır. (Fatır Suresi, 28)

VÜCUDUN YORULMAYAN MAKİNALARI:PROTEİNLER

VÜCUDUN YORULMAYAN MAKİNALARI:PROTEİNLER

Buraya kadar anlatılan bölümlerde protein moleküllerinin çok özel yapılarından ve hücrede nasıl üretildiklerinden söz edildi. Proteinlerin görevlerini incelediğimizde ise, birçok yaratılış mucizesi ile daha karşılaşırız.

KANDAKİ OKSİJEN AVCISI PROTEİNLER: HEMOGLOBİNLER


Aktif olan dokularda CO seviyesi yüksek olur. Hemoglobin bu dokulara ulaştığında dokulara O2 verme eğiliminde olur. Bu sayede hemoglobin, oksijen ihtiyacı olan dokulara anında oksijen verir ve onlardaki karbondioksiti alır.

Kanı yaşamın vazgeçilmez bir parçası haline getiren özelliklerinden biri içinde barındırdığı proteinlerdir. Bu proteinlerin görevlerini en iyi yapabilecekleri yer kandır; çünkü kan, vücudun her noktasına ulaşabilen damar sistemi ile içinde barındırdığı bu özel proteinleri vücutta ihtiyaç duyulan her bölgeye iletir. Örneğin kandaki alyuvar hücrelerinde bulunan hemoglobin adlı proteinler, vücuttaki yaklaşık 100 trilyon hücreye günde 600 litre oksijen taşırlar. 36


Hemoglobin oldukça büyük bir proteindir ve alyuvarın %90'ı gibi büyük bir bölümünü kaplar. Normal şartlarda bu kadar büyük bir protein hücrenin içine sığamaz. Ancak, alyuvar hücresi kana karışmadan önce, sanki hemoglobin proteinini taşıması ve onun için yer açması gerektiğini biliyormuş gibi, içindeki çekirdeği, mitokondriyi, ribozomları ve diğer organelleri dışarı atarak hemoglobine yer açar. Bu dışarı atılan organeller anında vücudun temizleyicileri olan akyuvar hücreleri tarafından yok edilirler. Böylece vücutta artık veya gereksiz hiçbir madde ortada kalmaz. Alyuvarlar tüm organellerini dışarı atınca başka protein üretemezler; buna zaten gerek de yoktur. 37

Çünkü alyuvarların asıl görevi hemoglobini kanda taşımak ve onu vücutta istediği yerlere götürmektir.
Hemoglobinin en önemli özelliği, oksijen atomlarını yakalama yeteneğidir. Bu yetenekli molekül, kandaki milyonlarca molekül içinden özellikle oksijen moleküllerini seçer ve onları yakalar. Oksijen moleküllerini yakalamak ise özel bir yetenek ister, çünkü rastgele oksijen molekülüne bağlanan bir molekül okside olur ve işlev göremez hale gelir. Bu nedenle hemoglobin, usta bir avcı gibi, avına hiç dokunmadan, onu sanki bir maşa ile tutar gibi yakalar. Hemoglobine bu özelliği kazandıran ise kendine has tasarımıdır.
Hemoglobin dört farklı proteinin birleşmesinden meydana gelir ve bu dört proteinde demir atomu taşıyan özel bölümler vardır. Demir atomlarını taşıyan bölümler "heme grupları" olarak adlandırılır. İşte bu heme gruplarındaki demir atomu, hemoglobinde oksijenin tutulduğu özel maşalardır. Her heme grubu bir oksijen tutabilir. 38

Heme gruplarının temas etmeden, demiri bir maşa gibi kullanarak oksijeni yakalayıp, dokulara götürüp bırakmaları için molekülün içinde özel katlanmalar ve açılar da mevcuttur. Söz konusu özel bağlanma sırasında bu açılar belirli oranlarda değişir. 39


İlk heme grubu, oksijeni yakaladıktan sonra hemoglobinin yapısında değişiklikler olur ve bu diğer heme gruplarının oksijeni yakalamasını katlamalı olarak kolaylaştırır. 40

Bu yakalama işleminde hemoglobin eğer oksijenle doğrudan birleşirse yani okside olursa "methemoglobinemia" olarak anılan bir hastalık meydana gelir. 41 Bu hastalık cildin rengini kaybederek maviye doğru dönmesine, nefes darlığına ve mukus zarlarının zayıflamasına neden olur.


Bu konuda anlatılan her bilgi, kusursuz bir tasarımın, önceden yapılmış bir planın varlığının delilleridir. Alyuvarların hemoglobine yer açmak için son derece şuurlu bir biçimde içlerindeki organelleri dışarı atmaları, dışarı atılan fazlalıkların hazır görevliler tarafından hemen temizlenmesi, hemoglobinin oksijenden zarar görmeyecek ve onu da bozmadan hücrelere ulaştıracak özelliklere sahip olması kusursuz bir tasarımın eseridir. Şuursuz, cansız, bilgisiz atomların biraraya gelerek, tesadüfler sonucunda böylesine kusursuz bir sistemi tasarlamaları ve oluşturmaları kesinlikle imkansızdır. Üstelik, bu sistemin kuruluşu için çok önemli bilgilere de sahip olmak gerekmektedir. Hemoglobin adeta oksijenin tüm özelliklerini biliyor ve kendisine nasıl zarar vereceğini hesaplayabiliyor gibi önlem almakta ve en uygun şekilde oksijeni taşımaktadır. Daha sonra da taşıdığı oksijeni, ulaşması gereken yerlere eksiksiz olarak götürmektedir. Hemoglobin dediğimiz atom topluluğunun oksijen moleküllerini tanıyarak, seçmesi ise apayrı bir bilgi gerektirir ve bu da son derece mucizevi bir olaydır. Tüm bunların tesadüfen gelişen olaylar sonucunda oluşması ve böylesine kusursuz bir sistemin kurulması imkansızdır. Üstelik, bu kurulan sistem vücudun tamamı ile de son derece uyumludur ve olabilecek en ideal şekilde tasarlanmıştır.
Dünyaca ünlü mikrobiyolog Michael Denton, Nature's Destiny isimli kitabında hemoglobinlerin kusursuz tasarımlarından şöyle söz eder:
Yüksek metabolik seviyesi olan organizmalar için etkin bir oksijen taşıma sistemi gerekir. Bu nedenle hemoglobin gibi özelliklere sahip bir molekül, organizma için son derece önemlidir. Hemoglobinin yerine başka alternatifler olabilir mi? Bilinen oksijen taşıyan sistemlerin hiçbiri hemoglobinin oksijen taşımadaki etkinliğine yaklaşamamışlardır bile. Ernest Baldwin "Memelilerin hemoglobinleri bu açıdan en başarılı solunum proteinleridir" yorumunu yapar�Deliller şunu göstermektedir; hemoglobin hava soluyan organizmalar için en ideal şekilde tasarlanmış proteinlerdir. 42

Hemoglobin oksijenle birleştiğinde birçok yapısal değişiklik geçirir. Solda hemoglobinin normal hali, sağda ise oksijenle bağlanmış hali görülmektedir.

Denton'unda söylediği gibi hemoglobinin bu taşıma şekli olabilecek en ideal taşıma şeklidir ve bir molekül yığınının vücut gibi karanlık, kendi boyutlarına göre inanılmaz büyüklükteki bir yerin içinde bu ayrımı yapabilmesi, oksijen molekülünü diğer moleküllerden ayırt ederek ona en uygun şekilde bağlanabilmesi çok üstün bir aklın ve tasarımın varlığını ortaya koymaktadır.

HÜCRELERİ VÜCUDUMUZUN İÇİNDE YÜZDÜREN PROTEİNLER


İnsan vücudundaki bazı hücrelerin hareketleri metabolizmanın işleyişi ve hayati fonksiyonların devamı açısından çok önemlidir. İşte bu hayati fonksiyonu sağlayanlar da tüm vücut fonksiyonlarında olduğu gibi proteinlerdir. Bazı hücrelerin vücut içinde hareket etmek için kullandıkları bu proteinler "tubulin" olarak isimlendirilir. Bu proteinlerin oluşturdukları ve hücreyi yüzdüren organ ise tüycüklerdir. Bu tüycükler iki türlüdürler; ya kirpiklere benzerler ya da kamçı gibi çarparak hareketi sağlarlar. Eğer hücre tüycükleri ile kendisini hareket ettiriyorsa, bunu, küreklerin bir kayığı hareket ettirmeleri gibi tüycüklerini kullanarak yapar. Örneğin sperm, kadın bedeni içindeki zorlu yolculuğunu bu tüycükler sayesinde gerçekleştirir.


Bazı hücreler, kendilerini veya çevrelerindeki bazı cisimleri hareket ettirmeye yarayan tüycüklere sahiptirler.

Tüycükler, aynı zamanda hareket etmeyerek sabit duran hücreler tarafından da kullanılırlar. Bundaki amaç ise, sıvıdaki diğer hücreleri hareket ettirmektir. Tüycükleri olan hücre, diğer hücrelerin ortasında sabit durur ve hareket halinde olan tüycükler sıvıyı, hareket ettirmek istedikleri hücrenin yüzeyine doğru sıçratarak onu ilerletirler.


Örneğin solunum yollarındaki sabit hücrelerin herbiri birkaç yüz tüycüğe sahiptir. Tüycüklerin çoğu aynı anda hareket halindedirler. Bunun görünümü, eski çağlarda kullanılan savaş gemilerinde aynı anda kürek çekilmesine benzer. Bu hareketleri ile mukus sıvısının üzerine su atarlar ve onu boğazdan yukarı doğru iterler. Bu şekilde nefes alındığında bu sıvının nefes borusuna kaçmasını engellerler. Görüldüğü gibi, bu hareket önceden planlanmış, son derece akılcı ve bilinçli bir harekettir. Mukus sıvısının zararını önleyebilmek için, o çevrede bulunan hücreler gerekli organlarla donatılmışlardır.


Ayrıca bu proteinler hep birlikte karar vermekte ve bir hücreyi belli bir yöne göndermek için birlikte hareket etmektedirler. Aralarında kusursuz bir uyum ve düzen vardır. Hiçbir önyargıya sahip olmadan düşünen bir insan, böyle bir mekanizmanın ve organize hareketin tesadüfen oluşamayacağını açıkça görecektir.


Bu organların, yani tüycüklerin yapıları incelendiğinde ise, sahip oldukları son derece kompleks yapı, tüm bunların üstün bir yaratılışın eseri olduklarını gösterir. Ancak elektron mikroskobuyla görülebilen küçüklükteki bir hücrenin ucundaki incecik tüycüklere o kadar mükemmel bir sistem ve içiçe geçmiş yapılar sığdırılmıştır ki, bunların şuursuz atomların ortak kararıyla ve tesadüfen gelişen olaylar sonucunda oluştuklarını iddia etmek imkansızdır. Şimdi bu tüycüklerin yapılarını genel hatlarıyla inceleyelim�

İNCECİK TÜYCÜKLERİN İÇİNE SIĞDIRILAN DETAYLI TASARIM


Tüycükler üzeri zarla örtülmüş liflerden oluşmaktadırlar. Tüycüğün zarı, hücrenin zarının dışında gelişmiş bir parçadır; bu nedenle tüycüğün iç kısmı hücrenin içiyle temas halindedir. Eğer bir tüycük diklemesine kesilir ve kesilen kısım elektron mikroskobu altında incelenirse, çubuk şeklinde dokuz ayrı yapı göze çarpar. Burada bir noktaya dikkat etmek gerekir; bu tüycüklerden bir tanesi, sizin saçınızın tek bir teliyle dahi kıyaslanamayacak kadar küçüktür. Saç telinizin dahi içine dokuz ayrı çubuğun sığdırılması imkansız gibi görünürken, hücre gibi gözle görülemeyecek kadar küçük bir yapının ucundaki yüzlerce küçük tüycükten bir tanesinin içinde dokuz ayrı çubuk olduğundan söz edilmektedir. Bu çubuklara mikrotüpler adı verilir. Bu dokuz mikrotüpten herbiri ise içiçe geçmiş iki halkadan oluşur. Üstelik detaylı araştırmalar tek bir halkanın on üç ayrı telden oluştuğunu göstermektedir.


Hücre tüycükleri eşsiz bir tasarıma sahiptir. Tüycükler diklemesine kesildiğinde çubuk şeklinde dokuz mikrotüp görülür. Bu dokuz mikrotüpten her biri ise içiçe geçmiş iki halkadan oluşur. Her bir halka ise on üç ayrı telden meydana gelir.

Biraz önce de hatırlatıldığı gibi, bunlar hücrenin ucundaki küçücük tüylerin içindeki dokuz çubuğun detaylarıdır. Bu detaylar bu kadarla da kalmaz. Birincisine bağlı olan ikinci halka ise on ayrı telden oluşur. Tüycüğü oluşturan dokuz mikrotüp tubulin denilen proteinlerden meydana gelmiştir. Bir hücrede, tubulin molekülleri silindir şeklinde bir düzen meydana getirmek üzere tuğlaların üstüste dizilmeleri gibi biraraya gelmişlerdir.
Burada tekrar düşünelim: Bir önceki cümlede, protein moleküllerinin belli bir şekli oluşturmak için bir araya geldiklerinden sözedildi. Bu tür cümlelere, biyoloji, biyokimya, genetik ve benzeri konulu kitap ve dergilerde sık sık rastlarsınız. Ancak, protein molekülleri cansız atomların bir araya gelmelerinden oluşur. Bu cansız, şuursuz, bilgi ve iradeden yoksun, bir beyne, göze ve işitme yeteneğine sahip olmayan varlıklar nasıl olur da, önce birbirlerini bulur, sonra bir silindir meydana getirecek şekilde düzenle hareket ederler. Onlara diğer tubulin molekülleri ile bir araya gelmelerini, daha sonra silindir şeklini oluşturmak üzere dizilmelerini kim emretmektedir? Dahası, onlar bu emri nasıl anlayıp da uygulayabilmektedirler? Üstelik tubulin molekülleri rastgele bir dizilime de sahip değildirler. Diziliş düzenleri, tasarımları ve amaçları için en uygun şekildedir.
Hücrenin içinde normal şartlar sağlanmışsa (kalsiyum yoğunluğu normal olduğunda ve sıcaklık belirli bir düzeydeyken) tuğla görevindeki tubulin proteinleri, mikrotüpleri oluşturmak üzere otomatik olarak bir araya gelirler. Tubulin molekülünün bir tarafı ikinci tubulin molekülünün arka tarafını tamamlayacak bir yüzeye sahiptir.

Böylece üçüncü tubulin molekülü ikinci tubulinin arka tarafına yapışır. Dördüncü üçüncünün arkasına ve bu böyle devam eder. Bir benzetme yaparsak, bu üstüste dizilmiş konserve kutularına benzer. Aynı markanın konserve kutularını üstüste dizdiğinizde alttaki kutunun üst kısmı ile üstündeki ikinci kutunun alt kısmı birbirine tam oturur. Aynı şekilde ikinci kutunun üstü ile üçüncü kutunun alt kısmı birbirine tam yerleşir. Konserve kutuları bu şekilde yerleştirildiklerinde devrilme riskleri olmaz. Ancak farklı markalardaki konserve kutularının alt ve üstleri birbirlerine bu şekilde uyumla yerleşmeyecekleri için, üst üste dizilmeleri büyük bir risk olur ve en küçük bir harekette devrilirler. Ayrıca konserve kutularını dizerken yönlerini farklı koyarsanız, yine devrileceklerdir. Yani, birinci konservenin üstü ile ikinci konserve kutusunun üstü birbirine yerleşmeyeceği için yine devrilir. Tubulin proteinlerinin yerleşmelerindeki uyum ise konserve kutularınınkinden çok daha belirgindir. Birinin ön tarafı ile diğerinin arka tarafı birbirine tam olarak geçer. 43


Peki bu tasarım kime aittir? Tubulin proteinlerini üreten hücreler, önceden kusursuz bir tasarım ve plan yaparak, bunların en sağlam şekilde nasıl birleşebileceklerini belirlemiş olabilirler mi? Proteinlerin bir şekilde bu özellikleri ile üretildiklerini düşünelim, peki onların sırt sırta değil de, birinin sırtı diğerinin yüzü birleşecek şekilde dizilmeleri gerektiğini onlara kim söylemiştir? Ve proteinler, bu emri nasıl anlayıp, bir tanesi bile bir hata yapmadan bu şekilde dizilebilmektedirler? Okullardaki beden eğitimi derslerini hatırlarsanız; 20 tane öğrenciyi, kargaşa çıkmadan belirli bir yönde ve duruşla dizmek bile büyük bir emek ve sabır gerektirir. Bilinç ve akıl sahibi, ayrıca yön bulma, belli bir amaca yönelik hareket edebilme yeteneğine sahip insanlar için bile bu bir emek gerektirirken, yağ, karbonhidrat ve fosfor gibi malzemelerden oluşan proteinler bunu nasıl büyük bir düzen içinde, tek bir molekül dahi hata yapmadan gerçekleştirebilmektedirler?


Şunu da unutmamak gerekir ki, tubulin molekülleri, çevrelerinde bulunan milyonlarca molekül içinden, kendileri ile aynı türden olanları seçerek onların yanına gitmekte ve hemen sırasını almaktadır. Tubulinler mikrotüplerle kolaylıkla bağlantıya geçme yeteneğine sahiptirler. Ancak mikrotüplerin birbirleriyle birleşebilmeleri için diğer proteinlerin yardımına ihtiyaçları vardır. Yani tüycüğü oluşturan dokuz mikrotüpün birbirlerine bağlanmaları gerekir. Birbirlerine bağlanmak için diğer proteinlere ihtiyaç duymalarının çok önemli bir nedeni vardır; mikrotüpler vücut içinde çok farklı görevleri olan proteinlerdir. Bu görevler içinse tek başlarına ve bağlantısız olmaları gerekir ve bu nedenle diğer bir görev için başka bir proteine bağlanmadıkları sürece serbest olarak dolaşırlar. Ancak tüycüklerin oluşması için, bu yardımcı proteinler gelirler ve serbest ve tek dolaşan mikrotüpleri seçerek, birbirlerine bağlarlar. Bu olayda da çok bilinçli ve tasarlanmış bir organizasyon bulunmaktadır. Hücrenin tüycüklerinin inşa edilmesi gerektiğine karar veren bazı proteinler, tüycüklerin oluşumu için nelerin gerektiğini de bilmekte, bu malzemeleri başıboş dolaşırken toplayıp birleştirmektedirler.


Tüycüklerin elektron mikroskobu altında çekilen fotoğraflarında, mikrotüpleri birbirlerine bağlayan farklı türlerde bağlayıcılar olduğu görülmüştür. Tüycüklerin ortasındaki iki merkezde mikrotüpü birbirine bağlayan köprü şeklinde bir protein bulunmaktadır. Aynı zamanda iki mikrotüpten tüycüklerin merkezine doğru bir uzantı yer alır. Sonuçta "neksin" adı verilen protein her mikrotüpü bir yanındakine bağlar ve mikrotüplerin birbirlerinden kopup dağılmamalarını sağlar. Her mikrotüpte ayrıca iki farklı uzantı vardır. Bunların birisine dış kol, diğerine de iç kol denilir. Biyokimyasal analizler bu uzantıların "dynein" denilen bir proteine sahip olduklarını ortaya koymuştur. Dyneinin işlevleri arasında hücredeki motor görevini yapmak ve mekanik bir güç oluşturmak vardır.
Şimdi birçok parçadan oluşan ve her parçanın bir diğerini büyük bir ustalıkla ve son derece akılcı bir yöntemle tamamladığı bu yapıyı bir daha düşünelim. Gözle görülemeyecek kadar küçük bir yerin çok daha küçük bir bölümünde, milyonlarca atom bir araya gelerek farklı farklı yapılar oluşturup, sonra bunları yine diğer atomların yardımıyla birbirlerine monte etmektedirler. Ortaya ise son derece kompleks ve nasıl işlediğini birazdan kısaca özetleyeceğimiz bir makina çıkmaktadır.


Bildiğiniz birkaç parçadan oluşan tüm eşyaları veya makinaları düşünün. Örneğin bir bilgisayarın içini açtığınızda, birçok devrenin, kablonun, metalin karmaşık bir şekilde birbirlerine bağlandığını görürsünüz. Belki bunlar ilk bakışta, bilgisayar hakkında bilgisi olmayan biri için birşey ifade etmeyebilir. Ancak bir bilgisayar mühendisi, bu karmaşık bağlantıların ne işe yaradığını çok iyi bilmektedir. Örneğin tek bir kablonun dahi eksikliğinde veya en küçük bir telin başka bir yere bağlanması durumunda bilgisayarın fonksiyonlarını yerine getiremeyeceğinin bilincindedir. Dolayısıyla bilgisayarın içindeki her parçanın bilgisayarın işlevini görebilmesi için büyük bir önemi vardır. Benzer şekilde, hücrenin tüycüklerini oluşturan her parça, tüycüklerin işlevlerini görebilmeleri için son derece önemlidir. Bu yapılardan herhangi biri eksik olduğunda ya tüycük hücreyi ve hücrenin çevresindekileri hareket ettiremeyecektir ya da tüycükler hiç oluşamayacaktır.
Biyokimyacılar herhangi bir parçanın olmadığında tüycüklerde neler olacağını deneyler yaparak tespit etmişlerdir. Örneğin dynein proteininin kolları ayrılırsa, tüycükler hareket edemezler. Mikrotüpler arasında köprü görevi gören neksin proteini olmadığında ise mikrotüpler çözülürler ve herbiri birbirinin içinden geçmeye başlarlar. Bu durumda tüycüklerin yapısı da bozulmuş olur. Görüldüğü gibi, insanın kavrayamayacağı kadar küçük bir alanda, bir parçası dahi eksiltilemeyecek kadar kompleks bir sistem bulunmaktadır. Herbir parçası canlılığın devamı ve hücrenin görevleri için hesaplanarak tasarlanmış olan bu sistemin nasıl işlediğini görünce, her parçadaki tasarımın önemi daha da iyi anlaşılacaktır.

TÜYCÜKLERİN HAREKET SİSTEMİ


Tüycüklerin hareketlerini su üzerinde yüzen bir tekne gibi düşünebiliriz. Yüzeyi su ile temas eden ve itme gücü sağlayan mikrotüpler, kürek görevi görmektedirler. Birbirine bağlı dokuz çubuk, aralarındaki bağlar sayesinde kürekler gibi kayabilirler. Dynein proteininin kolları, motorlardır ve hareket sistemine güç sağlarlar. Neksin kolları ise bağlantıları oluşturur ve motorun gücünü bir mikrotüpten diğerine iletirler. Böyle bir sistem, bir gemiyi ya da bir hücreyi de hareket ettirse farketmez; bu hareketin sağlanması için pek çok parçanın bir arada bulunması ve birbirine büyük bir uyumla bağlanmış olması gerekir. Her parça doğru yere konmadıkça, bu parçalar hiçbir işe yaramaz. Hurda yığınlarının bulunduğu yerler buna bir örnektir. Herhangi bir hurdacıda bulunan malzemelerin hepsi atıl halde dururlar. Ancak bir makina mühendisi bu hurda yığınına gelip, işine yarayacak parçaları seçip, aklında tasarladığı makinayı bir plan dahilinde monte ettiğinde, ortaya işlevleri olan, kompleks ve akıl ürünü bir makina ortaya çıkar.


Görüldüğü gibi, herbir parçanın oluşması için nasıl bir akıl ve bilinç gerekiyorsa, proteinlerin işe yarar bir yapı oluşturabilmeleri için de aynı şekilde akla, bilince, tasarıma ve bir amaca ihtiyaç vardır. Proteinlerin bir şekilde oluştuklarını varsaysak bile, bunların hepsini bir hücrenin içine şırınga ettiğimizde, bir araya gelip tüycükler gibi kusursuz işleyen yapılar meydana getirmelerini bekleyemeyiz. Akıl sahibi bir varlığın bunları organize etmesi ve uygun şekilde bir araya getirmesi gerekir.


Evrim teorisi ne proteinlerin oluşumunu ne de bu proteinlerin bir araya gelerek kompleks ve tek bir parçasının bile eksiltilemeyeceği yapıları, makinaları, motorları, bilgi bankalarını, fabrikaları oluşturmalarını kesinlikle açıklayamaz. Tesadüflerin bu kadar kompleks ve kusursuz sistemler meydana getirmesi imkansızdır. Ayrıca canlı hücresindeki tüycükler gibi en küçük sistemlerin dahi oluşabilmesi için yüzlerce proteinin, enzimin, molekülün aynı anda bir arada bulunması gerekir. Hatta biyokimyacılar, yaptıkları araştırmalarda hücrenin hareketini burada söz edilmeyen 200 kadar protein tarafından daha desteklendiğini bulmuşlardır. Yüzlerce proteinden bir tanesinin dahi olmaması, diğerlerinin hiçbir işe yaramamasına neden olacaktır.


Böyle bir durumda, canlılığın aşama aşama ve yavaş yavaş küçük değişimlerle meydana geldiğini iddia eden evrim teorisi, tüycüklerin oluşumunu kesinlikle açıklayamaz. Darwin'in Kara Kutusu isimli kitabı ile evrim teorisine çok önemli eleştiriler getiren ve kitabında proteinlere ve hücrelerdeki tüycüklere geniş yer ayıran mikrobiyolog Michael Behe, evrim teorisinin tüycükler gibi kompleks yapılar karşısındaki çöküşünü ve çaresizliğini şöyle ifade etmiştir:


Biyokimyacılar, tüycük ve kırbaç gibi görünürde basit olan yapıları incelemeye başladıkça, inanılmaz derecede bir komplekslikle karşılaşmışlardır. Bunlar düzinelerce ve hatta yüzlerce ayrı parçadan oluşmaktadır. Aslında bizim burada üzerinden bile geçmediğimiz daha birçok parça, tüycüklerin çalışabilmesi için gereklidir. Gerekli parçacıkların sayısı arttıkça, sistemin bir araya getirilmesindeki zorluk da artar ve ortaya atılan dolaylı senaryolar da çıkmaza girer. Darwin de giderek daha çok hata yapmaya başlar. İlgili proteinler üzerinde yapılan çalışmalar, sistemin karmaşıklığını açıklamaya yetmemiştir. Problemin hassasiyeti çözümlenememiş giderek daha da içinden çıkılmaz hale gelmiştir. Darwin'in teorisi tüycük ya da kırbaç hakkında bir açıklama yapamamıştır. Yüzme sistemlerindeki karmaşıklık, Darwinistlerin aslında hiçbir zaman bir açıklama yapamayacağını da göstermektedir�Tüycük, Darwin'e problem çıkaran sistemlerin sadece bir tanesidir. 44
Michael Behe'nin de belirttiği gibi, hücreleri hareket ettiren tüycükler, Darwinizm'i yalanlayan gerçeklerden sadece bir tanesidir. Canlılık, tüycükler gibi sayısız yaratılış mucizesi ile donatılmıştır. Her yaratılış mucizesi ise bize, Yüce Rabbimizin sonsuz gücünü, aklını, ilmini, benzersiz yaratışını ve yaratıştaki sanatını tanıtır. Akıl ve vicdan sahibi her insan bu delilleri gördüğünde, Allah'ın herşeyin tek hakimi olduğunu kavrar:
Eğer aklınızı kullanabiliyorsanız, O, doğunun da batının da ve bunlar arasında olan herşeyin de Rabbi'dir�(Şuara Suresi, 28)

YAŞAM İÇİN ÖZEL HIZLANDIRICILAR: ENZİMLER


Canlıların bedenlerinde her saniye sayılamayacak kadar çok işlem gerçekleşir. Bu işlemler o kadar detaylıdır ki, her aşamalarında, bütün karmaşayı kontrol eden, düzeni sağlayan ve olayları hızlandıran "süper denetleyicilerin" müdahalesine gereksinim vardır. İşte bu süper denetleyiciler enzimlerdir.
Her canlı hücrede, herbiri kendi özel işini yapan, örneğin DNA kopyalanmasına yardımcı olan, besin maddelerini parçalayan, besinlerden enerji üreten, basit moleküllerden zincir yapılmasını sağlayan ve bunlar gibi sayısız işler gören binlerce enzim vardır.

Enzimler hücre içinde mitokondrilerde üretilir. Büyük bölümleri proteinlerden oluşur, geri kalanları ise vitamin ve vitamin benzeri maddelerdir. Eğer bu enzimler olmasaydı, en basitinden en karmaşığına kadar hemen hiçbir fonksiyonunuz çalışmaz ya da neredeyse duracak kadar yavaşlardı. Sonuç her iki halde de durum değişmezdi ve ölüm olurdu. Nefes alamaz, bir şey yiyemez, sindiremez, göremez, konuşamaz kısacası yaşayamazdık.


Enzimlerin en önemli görevleri vücuttaki birtakım kimyasal reaksiyonları başlatıp durdurmak ve onları hızlandırmaktır. Vücuttaki hücreler görevlerini yerine getirirken, içerdikleri kimyasalların reaksiyona girmeleri gerekir. Kimyasal reaksiyonların başlaması içinse yüksek derecede ısı gereklidir. Bu yüksek ısı ise canlı hücrelerin hayatları için tehlikeli bir durumdur; hücrelerin ölümüne neden olur. İşte bu sorunu çözenler enzimlerdir. Yüksek ısıya gerek kalmadan, enzimler kimyasal reaksiyonları başlatır veya hızlandırırlar, ancak kendileri reaksiyona girmezler. Enzimlerin hücrelerimizde meydana gelen olayları hızlandırması ile ilgili günlük yaşamdan bir örnek verebiliriz: Nefes alıp verirken karbondioksitin kanımızdan temizlenmesinde görev alan bir enzim sayesinde boğulmadan yaşamımıza devam edebiliriz. Çünkü "anhidraz" adlı bir enzim karbondioksitin temizlenme işleminin hızını 10 milyon kez daha artırır. 45

Bu hızla enzimler bir dakikada 36 milyon molekülü değişikliğe uğratma imkanına sahiptirler.
Enzimler hem hayati olan reaksiyonların en hızlı şekilde gerçekleşmesini sağlar hem de vücut enerjisini en tasarruflu şekilde kullanırlar. Eğer insan vücudunu bir fabrika, içinde çalışan enzimleri de fabrikadaki üretim araçları gibi düşünürsek, böyle bir fabrikaya enerji kaynağı dayanmaz. Çünkü 2000 farklı çeşidi olan, trilyonlarca makinenin kusursuzca böyle bir hızda çalışması için gereken enerji çok yüksektir. Kaldı ki hücre içindeki basit bir reaksiyonu laboratuvar ortamında gerçekleştirmek için oldukça fazla miktarda ısı ve enerji kullanılması gerekmektedir. 46


Enzimler kendileri reaksiyona girmedikleri halde, reaksiyon için gerekli olan aktivasyon enerjisinin seviyesini düşürerek vücut içindeki reaksiyonları hızlandırırlar. Şekilde enzimler olmadan bir reaksiyonun hızının ne kadar düşeceği gösterilmektedir.

Oysa hücrelerde sessizce çalışan enzimler vücudun ısısıyla ve besinlerden aldıkları enerjiyle bütün görevlerini eksiksizce yerine getirirler. Sadece bu özellikleri bile, enzimlerin vücutta meydana gelen her olayı en kusursuz ve en kullanışlı hale getirmek için tasarlanmış yetenekli elemanlar olduklarını görmek için yeterlidir. Şu anda siz bu kitabı okurken de birçok enzim vücudunuzun herbir köşesinde meydana gelen reaksiyonları kontrol etmekte ve onları hücrelerinizin yaşamını sağlayacak hıza getirmektedirler. İnsan, vücudunda daha neler olup bittiğini dahi bilmezken, enzimler, hem bunlardan haberdardırlar hem de tüm işlemlere son derece önemli ve yerinde müdahalelerde bulunurlar. Ayrıca herbir enzim vücuttaki belirli kimyasal reaksiyonları hızlandırır. Hiçbir enzim bir diğer enzimin görevini yapmaz, kendi görevini şaşırmaz. Çünkü herbir enzim kendi görevi için özel olarak imal edilmiştir.
Örneğin enzimlerin büyük bir bölümü nötr durumdaki sulu ortamlarda etkin olabilirken, midede besinleri sindirmekle görevli olan enzimler ancak asitli ortamda etkin olabilmektedirler. Veya tükürükte nişastayı maltoza parçalayan amilaz enzimi besine yemek borusu boyunca eşlik eder, ancak mideye varıldığında oradaki asitli ortam bu enzimi etkisizleştirir. Zaten mideye gelindiğinde bu enzimin işi de bitmiştir.
Enzimlerin şekilleri, üzerinde etkili oldukları madde ile tam uyumludur. Enzim ve birleşerek etkileyeceği madde, üç boyutlu karmaşık bir geometride, anahtar ve kilit gibi birbirlerine kenetlenirler. Vücut içinde enzimlerin kendilerine uyan maddeyi bulmaları ve giderek birleşmeleri çok şuurlu bir harekettir. Üstelik enzimler vücudun her köşesinde bir yer tutmuş ve kendilerine uygun olan maddeleri bekleyen avcılara benzemektedirler. Hepsi kendi tasarımına ve özelliklerine uygun, en doğru yerde bulunur. Zarar görecekleri veya etkilerini yitirecekleri ortamlardan ise uzak dururlar. Tüm reaksiyonları başlatma veya hızlandırma gibi bir sorumluluğu almaları ise üzerinde düşünülmesi gereken ayrı bir konudur. Enzimler, eğer kendilerini durduran bir etken olmazsa, vücuttaki tüm reaksiyonları sürekli olarak başlatıp hızlandıracaklardır. Bu da, örneğin belli bir proteinin gereğinden fazla üretilmesine veya hücredeki bazı dengelerin bozulmasına neden olacaktır. Enzimin faaliyetlerini düzenleyen ise hücredir. Hücre enzimin durması gerektiğine karar verdiğinde, olağanüstü bir şuur ve planlama ile enzimi "oyalar". Bunun için, enzimin normalde birleştiği maddeye benzer bir madde gönderir ve enzim bu madde ile birleşir. Dolayısıyla bu "taklit" madde, enzimi bir süre oyalayarak, gereksiz faaliyette bulunmasını engeller. Ancak bu taklit maddenin enzimi yakalamak için gerçek maddelerle rekabet etmesi gerekir. Bu nedenle enzimin bu şekilde engellenmesine "kompetitif inhibitor" (rekabetçi engelleyici) denilmektedir. Ve enzimin neden olduğu reaksiyonun sonucunda oluşan ürün belli bir seviyenin altına inene kadar enzimin faaliyetleri bu oyalama metoduyla durdurulmuş olur.


Enzimlerin yapıları, üzerinde etkili oldukları maddenin yapısı ile tam uyumludur. Bir yap-bozun parçaları gibi kolaylıkla birbirleri ile birleşebilirler. Vücut içinde enzimlerin kendilerine uygun olan maddeyi bulup bağlanmaları çok şuurlu bir harekettir. Yanda enzim ve maddenin birbirlerine bağlanışları şematik olarak gösterilmektedir.

Yukarıda anlatılanlar elbette ki, üzerinden bir kere okunup geçilecek olaylar değildir. Herşeyden önce şunu hatırlatmakta fayda vardır; yukarıda anlatılan hesapları yapan, kararları alan, planları uygulamaya koyanlar eğitimli, bilinçli, sorumluluk sahibi insanlar değil, cansız atomların birleşmelerinden oluşmuş proteinler, yağlar, karbonhidratlar, vitaminlerdir. Hücre stok kontrolü yapar gibi, ürettiği maddenin miktarını tespit etmekte, üretime bir süre ara verilmesi gerektiğine karar verdiğinde ise, üretimi durdurmak için son derece zekice bir plan uygulamaktadır.


Hücrenin enzimi oyalayacak olan taklit maddeyi üretmesi ve onu tam gerektiği zamanda göndermesi de çok şuurlu bir harekettir. Çünkü bu taklit maddeler hep ortada olsalardı, acil üretim gerektiğinde enzimleri oyalayarak üretimi engelleyeceklerdi. Ancak hücreler her zaman doğru zamanlama yaparlar. Bu kadar organize, zekice ve bilgi gerektiren davranışların ard arda, gözle görülmeyecek kadar küçük moleküller tarafından başarılması Allah'ın yaratışındaki üstünlüğün göstergelerindendir. Tüm bu varlıkların Allah'ın emri ile hareket ettikleri apaçık bir gerçektir.

Enzimlerin reaksiyonları hızlandırmaları istenmediğinde, hücre, enzimi oyalamak için taklit bir madde gönderir. Bu taklit madde de, enzimle tam uyum sağlayacak özelliklerdedir. Bu olağanüstü şuurlu hareket, Allah'ın üstün yaratışının bir delilidir.

Günümüzde enzimler, proteinler ve tüm benzeri yapılarla ilgili detaylar ortaya çıktıkça, evrim teorisinin geçersizliği de iyice belirginleşmektedir. Bu mikro dünyadaki yapılar, bilim adamlarının isteseler de istemeseler de, canlılıkta kusursuz bir tasarım olduğunu kabul etmelerine neden olmaktadır. Mikrobiyolog Malcolm Dixon bu bilim adamlarından biridir:
Enzim sistemi her dakika tam vardiya çalışan kimyagerlerin yapamadığını yapıyor� Kimse doğal olarak oluşan enzimlerin yüzlerce arkadaşı ile beraber şans eseri kendi kendilerini fark ettiğini ciddi olarak düşünebilir mi? Enzimler ve enzim sistemleri aynı genetik mekanizmalar gibi mihenk taşlarıdır. Daha ileri araştırmalar yapıldığında daha iyi detaylanmış tasarımı açığa çıkarır. 47


Enzimlerin tesadüfen oluşamayacak kadar kompleks bir yapıya sahip olduklarını ise, ünlü biyokimyacı Michael Pitman olasılık hesaplarıyla şöyle ifade eder:
Bilindiği üzere evrende 1080 kadar atom var ve Big Bang'in patlamasından bu yana 1017 saniye geçti. Yaşamın devam edebilmesi için de 2000 tane temel enzime ihtiyaç var. Bu enzimlerden bir tanesinin bile tesadüfen oluşması için 1020 den daha fazla bir olasılık gerekir. Bütün hepsinin tesadüfen oluşması için ise 1040000 ihtimal de bir ihtimal oluşmalıdır. Böyle bir ihtimalin oluşması için bütün evrenin organik bir çorba olduğunu düşünsek dahi bu imkansızdır. 48
Tek bir enzimin dahi tesadüfler sonucunda kendiliğinden oluşması, yukarıdaki bilim adamlarının da sözlerinde belirttiği gibi kesinlikle imkansızdır. Kaldı ki tek bir enzimi oluşturmak için 50 farklı enzim bir arada çalışır. Bir enzimin tek bir amino asitini sentezlemek içinse ayrıca 9 farklı enzime ihtiyaç vardır. Enzimleri olmayan bir hücre ise faaliyetlerini yürütemeyeceği için var olamayacaktır. Ama enzimlerin olması için de hücredeki diğer enzimlerin olması şarttır. Öyle ise diğer enzimler olmadan ilk enzim nasıl oluşmuştur? İşte bu, evrimcilerin asla cevap veremeyeceği bir sorudur.


Ancak evrimcilerin sorunları bununla bitmemektedir. Enzimlerin kimyasal üretim problemlerinin yanısıra, bir özellikleri daha bulunmaktadır; enzimler oluştuklarında eğer gerekli koşullarda korunmazlarsa kolaylıkla yok olurlar veya pasif hale getirilebilirler, yani işe yaramaz hale gelirler. 49

Sonuç olarak, tek bir enzimin dahi işler halde bulunabilmesi için diğer bütün enzimlerin, hücrenin, sistemlerin ve yapıların hazır bulunması gereklidir. Peki o zaman ilk enzim nasıl oluşmuştur? Bu sorunun cevabı çok açıktır. Her canlı bütün molekülleriyle, hücreleriyle, enzim ve proteinleriyle beraber aynı anda bir bütün olarak Allah tarafından yaratılmıştır.

BEDENİMİZİ YABANCI MADDELERDEN KORUYAN PROTEİNLER: ANTİKORLAR


Bilindiği gibi, canlıların vücutları son derece hassastır. Canlılığın devamını sağlayan sistemlerdeki en küçük bir değişiklik veya ortama giren bir metrenin milyarda biri kadar küçük bir yabancı madde tüm sistemi yıkmaya veya çok büyük hasarlar vermeye yeterli olabilmektedir. Peki bu kadar hassas bir sistem nasıl korunabilmektedir? Her canlının vücudunda, o canlıyı zararlı maddelerden korumak için hazır bulundurulan ve aynen ülkelerin savunmalarında yer alan tam techizatlı ordular gibi donatılmış bir savunma kadrosu vardır. Hatta bugüne kadar bilinen en fazla sayıda askere sahip olan ordu budur. Vücutta bulunan yaklaşık 100 trilyon hücrenin önemli bir bölümü "savunma sistemi hücreleri" olarak bu ordunun askerlerini oluşturur. Bu hücreler vücudun her bölgesine ulaşan kanın içinde bulunur ve vücudun her milimetrekaresini denetim altında tutarlar. Ve yine bu askerler, çok gelişmiş teknolojilere sahip silahlar kullanırlar. Savunma sistemi hücrelerinin kullandığı bu çok çeşitli üstün silahlar, bir çeşit protein olan antikorlardır.



Plazmada bulunan proteinlerin % 20'sini antikorlar oluşturur. Antikorlar kemik iliğinde üretilen B hücreleri tarafından üretilirler. Antikorların en önemli özelliği vücuda giren yabancı maddeleri tanımaları ve kısa sürede etkisiz hale getirmeleridir.

Vücudun savunma ordusunda bu kadar önemli rol oynayan antikorlar küresel yapıya sahip proteinlerdir. Bu yüzden bu proteinler küresel protein anlamına gelen "immün globulin" (bağışıklık globulini) olarak adlandırılır. Hücre yüzeyinde bulunan bu proteinler genelde kısaca "Ig" harfleri ile gösterilirler.
Antikorlar kemik iliğinde üretilen B hücreleri tarafından üretilirler ve yabancı maddelere karşı kullanılan çok çeşitli, özel olarak hazırlanmış silahlardır. Bazıları lenfte serbest halde bulunur. Plazmada bulunan proteinlerin %20'sini vücut sıvılarındaki antikorlar oluşturur. Bu proteinlerin en önemli özelliği, vücuda giren yabancı maddeleri vücudun kendisine ait olan hücrelerden ayırt edebilmeleri ve onları kısa sürede etkisiz hale getirmeleridir. Burada üzerinde durulması gereken bir soru vardır: Bu proteinler böyle zor bir işi nasıl başarırlar? Belirli sayıda cansız atomun birleşmesinden meydana gelen bu proteinler nasıl olur da yabancı ve zararlı maddeleri diğerlerinden "ayırt edebilirler"? Üstelik algıları değerlendirebilecek bir beyinleri veya algılama merkezleri bile yoktur.
Antikorlar vücuda giren yabancı maddeleri tanıyabilmelerinin yanısıra, onlarla birleşebilme özelliğine de sahiptirler. Bu özellik sayesinde antikorlar, belirli moleküllerle ya da vücudun yabancı olarak tanıdığı molekül parçalarıyla yani antijenlerle kusursuz bir 3 boyutlu birleşme meydana getirirler. Antijenler yabancı maddelerin üzerinde bulunan ve antikor üretimini başlatan uyarıcı moleküllerdir. Vücut içinde devriye gezen savunma hücrelerinin antijeni tespit etmeleri ile savunma sistemi alarma geçer ve derhal vücuda giren yabancıya uygun antikorlar üretilmeye başlanır. Antijenle, ona uygun olarak üretilen antikor bir araya geldiğinde antijen-antikor kompleksi oluşur ve antijen etkisiz hale gelir. Antikorlar antijenle birleştiklerinde meydana gelen reaksiyonlar beş ayrı tepki oluşturur. Bunlar şöyle özetlenebilir:
Aglutinasyon: Antikorla antijenler birleşir ve bu şekilde antijenlerin aktiviteleri engellenmiş olur.
Presipitasyon (Çökelme): Antikor ve antijenler bir kompleks meydana getirir ve bu bileşik çözeltiden ayrılarak çökelir.


Nötrleşme: Antikor yabancı maddenin zehirli kısmını kapatır ve zarar vermesini önler.
Eritme: Antikor antijene bağlandıktan sonra hücre zarının erimesine sebep olur. Hücrenin yapısı bozulduğundan antijen etkisiz hale getirilmiş olur.
Bütünleşme sistemi: Bu sistem plazmada bulunur, ancak normalde aktif halde değildir. Antijen- antikor birleşmesi bu sistemi harekete geçirir. Sonuçta uyarılan bu sistem bir seri reaksiyona girer. Bu sistemin enzimleri ortamdaki hastalık yapıcıları yok eder.


Vücuda giren yabancı maddeleri yani antijenleri tanıyan antikorlar, düşmanı hemen sararak etkisiz hale getirirler.

Antikorun (sağdaki) antijene bağlanışı (soldaki)

Savunma sistemi hakkında verilen bu bilgiler düşünen ve gerçeklere gözlerini kapatmayan insanlar için çok önemli mesajlar içermektedir. Biz hiçbir zaman fark etmeyiz, ama vücudumuzda yer alan tüm moleküllerimiz sürekli bir faaliyet halindedir. Bizim içimize giren yabancı bir maddeden haberdar olmamız, onu tanıyıp en baştan içeri almamamız çoğu zaman mümkün olmaz. Ama bizi meydana getiren bazı moleküllerimiz bunu kendilerine görev bilmişler ve bizi savunmak için donatılmışlardır. En başından itibaren mucizevi olaylarla dolu bu savunma işleminde, öncelikle atomlar atomları tanıyıp onları teşhis etmektedirler. Zararlı atomları tanıyabilen, onlara karşı ilgili hücreleri tanıyan, düşmana karşı en etkin silahı anında üretebilen, düşmanı hemen tanıyıp yakalayabilenler hep atomlardan oluşmuş şuursuz proteinler ve moleküllerdir. Peki onlara bu şuurlu hareketleri yaptıran güç ve akıl kime aittir? Bunların hepsi canlılardaki kusursuz yaratılışın tek sahibi olan Allah'a attir.


Diğer tüm yaratılış mucizeleri gibi, savunma sistemi de evrimcilerin çok önemli çıkmazlarından biridir. 100 milyon farklı türde antikor üretebilen bu sistem, ilk kez gördüğü bir düşmanı bile tanıyabilmekte ve ona uygun antikor üretebilmektedir. 50 Bunun nasıl gerçekleştiği, bilim adamları için hala bir sırdır. Ancak çok açık bir gerçek vardır ki, bu sistem kesinlikle tesadüflerin eseri olamaz. Nitekim California Üniversitesi'nden Biyoloji Profesörü Christopher Wills, bir evrimci olmasına rağmen, Genlerin Bilgeliği isimli kitabında savunma sistemi hakkında şu itirafta bulunur:


Savunma sistemi biyoloji bilimindeki en karmaşık ve en kışkırtıcı bilimsel problemlerden biridir. Binlerce, milyonlarca yıl boyunca türümüzü av olarak seçmiş hastalıklara karşı, bu sistemin bizi nasıl koruduğunu artık biliyoruz. Daha da güzeli, bizi henüz karşılaşmadığımız hastalıklara karşı da koruyabileceğini keşfettik. Bağışıklık sistemimiz bu işi, henüz karşılaşmadıkları moleküllere bile kendine özgü bir biçimde bağlanabilen bir dizi proteinle, immünoglobulinlerle yapıyor. Bu, bizi evrimden söz ederken kaçınmak istediğimiz bir konuya sürüklüyormuş gibi görünüyor. Bağışıklık sistemimiz geleceği nasıl görebiliyor ve yeni hastalıklara saldırmamıza yardımcı olacak immünoglobulinleri nasıl yapabiliyor? 51


Evrimciler bu soruya bir cevap veremezler. Çünkü evrimcilerin "bu nasıl olmuştur?", "bu nasıl meydana gelmiştir?" gibi sorulara verebildikleri tek cevap "tesadüfler"dir. Ancak savunma sistemi ve benzeri yapılar incelendiğinde, bunların nasıl oluştuğu sorularına "tesadüfen" demek, ifade dahi edilmeyecek kadar büyük bir mantıksızlık olacağı için, evrimciler ya bu konulara girmekten kaçınırlar ya da çaresizliklerini itiraf ederler.
Canlılığın en küçük parçasına kadar Allah tarafından yaratıldığı bu kadar açıkken, evrimci bilim adamlarının bu gerçeği gözü kapalı reddetmeleri büyük bir mucizedir. Allah böyle insanlar için Kuran'da şöyle bildirir:
Sizleri Biz yarattık, yine de tasdik etmeyecek misiniz?
Şimdi (rahimlere) dökmekte olduğunuz meniyi gördünüz mü?
Onu sizler mi yaratıyorsunuz, yoksa yaratıcı Biz miyiz?
Sizin aranızda ölümü takdir eden Biziz ve Bizim önümüze geçilmiş değildir;
(Yerinize) Benzerlerinizi getirip-değiştirme ve sizi şimdi bilemeyeceğiniz bir şekilde-inşa etme konusunda.
Andolsun, ilk inşa (yaratma)yı bildiniz; ama öğüt alıp-düşünmeniz gerekmez mi?(Vakıa Suresi, 57- 62)

ANTİKOR SİLAHLARININ ÇEŞİTLERİ


Antikorların farklı çeşitleri, antijenlerin varlığını diğer savunma hücrelerine haber vermek ya da savaşın yok edici mücadelesini başlatmak için antijenlerle birleşmek gibi farklı görevler üstlenirler. Küçücük bir molekülün bu kadar çok görevi üstlenmesi ve başarıyla yerine getirmesi çok önemlidir. Bu moleküller böyle bir görevi neden üstlenmekte, nereden emir almaktadırlar?
Her bir antikorun savunma sistemindeki önemini ve bu kadar küçük moleküllerin sorumluluk bilinçlerini anlamak için görevlerini genel olarak incelemekte fayda vardır.


IgE Antikoru (Immun Globulin E) : IgE'ler de kanda dolaşan antikorlardır. Savaşçı ve bazı kan hücrelerini savaşa çağırmakla görevli olan bu antikorlar aynı zamanda alerjik reaksiyonlarda bulunurlar. Bundan dolayı da alerjik bünyelerde IgE sayısı yüksek olur.
IgA Antikoru (Immun Globulin A): Gözyaşı, tükürük, anne sütü, kan, hava torbacıkları, mukozalar, mide ve bağırsak salgıları gibi vücudun antijenlerle savaştığı hassas bölgelerde bulunurlar. Bu bölgeleri hassas yapan ise, bakteri ve virüsler için böyle nemli ortamların elverişli olmasıdır.


Yapı olarak birbirine benzeyen IgA'lar, vücutta mikropların girmesinin kolay olduğu bölgelere yerleşip o bölgeyi kontrol altında tutarlar. Bu stratejik olarak önemli bölgelere, güvenilir nöbetçi askerler yerleştirmeye benzer.
Bebekleri anne rahminde hastalıklardan koruyan antikorlar, bebek doğduktan sonra da onları yalnız bırakmazlar ve koruyup kollamaya devam ederler. Bebeğin gerçekten de anneden gelecek yardıma ihtiyacı vardır.
Çünkü yeni doğan her bebeğin vücudunda IgA antikorları bulunmaz. Işte bu devrede anneden emdiği sütün içinde bulunan IgA'lar, çocuğun sindirim sistemini birçok mikrobun etkisine karşı korur. Aynı IgG antikorları gibi bu antikor çeşidi de, bebek birkaç haftalık olduğunda, görev sürelerini tamamlamış olduklarından yok olurlar. Tüm bunlar son derece akılcı, planlı, önceden hesaplanmış ve önemli bir bilgiye sahip bir tasarımın sonuçlarıdır. Görüldüğü gibi, bebeğin gelişiminin ve korunmasının her aşaması düşünülmüştür. Gerektiği zaman bebeği korumak için hazır bulunan bu askerler, kendilerine ihtiyaç kalmadığında ise gereksiz yer işgal etmeyerek kaybolmaktadırlar. Hiçbir tesadüf, bu kadar kusursuz ve eksiksiz bir plan yapamaz, hiçbir tesadüf atom yığınlarına böyle söz geçiremez. Tüm bu koruma planının ve tasarımın sonsuz merhametli ve esirgeyici olan Allah'a ait olduğu apaçık bir gerçektir.


IgM Antikoru (Immun Globulin M): Bu antikorlar, kanda, lenf bezlerinde ve B hücreleri üzerinde bulunurlar. İnsan vücudu herhangi bir antijenle karşılaştığında, bu düşmanla savaşmak üzere üretilen antikor IgM'dir. IgM molekülleri 5 IgG molekülünün birleşimidir.
IgD Antikoru (Immun Globulin D): IgD antikorları da kanda ve savunma hücrelerinin (B hücrelerinin) yüzeyinde bulunurlar. Tek başlarına davranamazlar. Belirli savunma hücrelerinin (T hücrelerinin) yüzeyine yerleşerek onların antijenleri yakalamalarını sağlarlar.
IgG Antikoru (Immun Globulin G): IgG, vücutta en temel olan ve en fazla bulunan antikordur. Bütün antikorların % 70-75'ini oluşturur. Sentezlenmesi için birkaç gün yeterliyken ömürleri en az birkaç hafta, en çok birkaç yıl kadardır. Bu antikorlar kanda, lenf bezlerinde ve bağırsakta bulunurlar. Kanla birlikte dolaşır, doğrudan vücuda giren yabancı maddenin üstüne gider ve üstüne yapışırlar. Güçlü bir antibakteriyel ve antijen çökertici etkiye sahiptirler. Bakterilere ve virüslere karşı vücudu korur, zehirlerin asit özelliğini yok ederler.
Bunun yanısıra hücrelerin arasına sıkışır, hücrelerin ve derinin içine sızan bakteri ve mikroorganik istilacıları hareketsiz hale getirirler. Bu kabiliyetleri ve boyutlarının küçük olması sayesinde, hamile bir kadının plasentasına girebilen tek antikordur. Bu sayede henüz savunma sistemi gelişmemiş bir bebeği yaşamın ilk aylarından itibaren enfeksiyonlara karşı koruyabilirler.
Eğer antikorlar plasentaya geçebilecek özellikte yaratılmamış olsalardı, anne karnındaki bebek mikroplara karşı korumasız kalacaktı. Bu durumda da daha doğmadan ölüm tehlikesiyle karşılaşacaktı.


Görüldüğü gibi, antikorlar çok çeşitlidir ve aralarında kusursuz bir işbölümü vardır. Her antikor, kendine düşen görevi eksiksiz olarak yapar. Peki aynı proteini, aynı amaç için farklı özelliklerle donatan, onlara vücut içinde neler yapacağını bildiren, görevine göre onu eğiten, bilgilendiren güç, irade ve akıl kime aittir? Bu proteinler, kendi kendilerine vücudu korumaya karar verip, yeni doğacak bebeği dahi unutmadan, mükemmel bir iş bölümü ve organizasyon kurmuş olabilirler mi? Gözü, kulağı, beyni, eli olmayan bu şuursuz proteinler, bir ordu kadar disiplinli ve itaatli olmayı nereden bilebilirler? Tüm bunları düşünen bir insan için üstün bir Yaratıcı olan Allah'ın varlığı apaçık bir gerçektir.

36- Albert Lehninger L., Late University Professor of Medical Sciences, The Johns Hopkıns University David L. Nelson, Professor of Bıocemistry Unıverstiy of Wısconsın Madıson, Mıchael M. Cox Professor of Bochemıstry Universty of Wısconsın Madıoson, Principles of Biochemistry, Second Edıtıon, Worth Publshers New York, s. 188
37- http://www.madsci.org/posts/archives/mar97/853519068.Cb.r.html - The Mad Scientists Network: Cell Biology
38- Curtis Barnes, Invitation to Biology, Worth publishers, Inc, New York 1985, s. 51
39- Prof. Dr. Engin Gözükara, İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi Biyokimya Ana Bilim Dalı Başk., Biyokimya, Nobel Tıp Kitabevleri, 1997, Üçüncü Baskı, Cilt 1, s. 176
40- Albert Lehninger L., Late University Professor of Medical Sciences, The Johns Hopkıns University David L. Nelson, Professor of Bıocemistry Unıverstiy of Wısconsın Madıson,Mıchael M. Cox Professor of Bochemıstry Universty of Wısconsın Madıoson, Principles of Biochemistry, Second Edıtıon, Worth Publshers New York, s. 189
41- http://www.britannica.com/bcom/eb/article/7/0,5716,53637+1+52330,00.html?query=methemoglobinemia
42- Michael Denton, Nature's Destiny, Free Press, New York, s. 201-202
43- Michael Behe, Darwin'in Kara Kutusu, Aksoy Yayıncılık, Haziran 1998, İstanbul, s.68
44- Michael Behe, Darwin'in Kara Kutusu, Aksoy Yayıncılık, Haziran 1998, İstanbul ,s. 80
45- Prof. Dr. Engin Gözükara, İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi Biyokimya Ana Bilim Dalı Başk., Biyokimya, Nobel Tıp Kitabevleri, 1997, Üçüncü Baskı, Cilt 1, s. 580
46- Prof. Dr. Engin Gözükara, İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi Biyokimya Ana Bilim Dalı Başk., Biyokimya, Nobel Tıp Kitabevleri, 1997, Üçüncü Baskı, Cilt 1, s. 579-580
47- Michael Pitman, Adam and Evolution, 1986, s. 144
48- Michael Pitman, Adam and Evolution, 1984, s. 148
49- Lester McCann, Blowing the Whistle on Darwinism, United States of America by Graphic Publishing Company, 1986, s. 70
50- Curtis Barnes, Invitation to Biology, Worth publishers, Inc, New York 1985, s.419
51- Christopher Wills, Genlerin Bilgeliği, Sarmal Yayınevi, Mart 1997, İstanbul, s. 151-152